Analytics

19 Eylül 2006

Sessizliğin sesi…

13 Temmuz 2005'te bir yerlere yazdığım bir yazı... Okudum, hoşuma gitti. Buyurun siz de nasiplenin...

Kaç gündür buradayım hatırlamıyorum. Saatim ve cep telefonum benden beş bin kilometre uzakta. Bileğim ve ruhum hafiften arınmaya başlamış…

İlkokuldan kalma bir tekerlemeyle günleri sayıyoruz, sayma işlemi uzun sürdükçe seviniyoruz. -Yatağımı, evimi, sokağımı özledim… Külliyen yalan! Aynaya bakıyorum, aslında sadece tenimin rengi değişmiş ama kendime yabancılaşıyorum, yeni beni tanımaya ve anlamaya çalışıyorum. Vücudumdaki tüm kaslar gevşemiş, yüzüm gülüyor…

Sahildeyim, denizde pet şişe avına çıkıyorum ama yemiyor. Uçsuz bucaksız, etrafta kim var, kim yok, arıza çıkar mı gibi fani düşünceleri bir kenara bırakarak kumlara atlıyoruz. Kocaman vücudumun altında kaybolup giden deniz yatağından elimi suya götürüyorum, sonra umarsızca bir hareketle binlerce, yüz binlerce baloncuğun ortasına yuvarlanıyorum. Ağzımda bir boru, nefesimi dinliyorum, altımda kaçışıp duran balıklarla şakalaşıyorum. Kocama daha da âşık oluyorum. Hayat güzel(miş)!

Derken akşam oluyor, cırcır böcekleri sanki daha bir inatçı, etrafta sadece onların sesi duyuluyor. Tek bir korno sesi yok… Ha, arada kızgın denizin sahili dövmesi duyuluyor o kadar. İstanbul’dan yadigâr bir şüpheyle kapımızı kilitliyoruz. İnsanlar tuhaf tuhaf bizi seyrediyor. Suç yok, asık surat yok, sadece gülüşen ve şakalaşan insanlar…

Sahile doğru bir yürüyüş tutturuyoruz, Sağlı sollu sıralanmış ağaçlardan çam ve portakal kokusu bizi sarhoş ediyor, fenerin titrek ışığında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Tepemizde binlerce, yüz binlerce yıldız… Kimse etrafın neden karanlık olduğu hakkında en ufak bir şikâyette bulunmuyor. Tam tersi, ya daha sonra birinin aklına gelir de aydınlanır diye korkuyoruz. Tek tük konuşmaya çalışıyoruz ama biliyorum ki ikimizin de içinden tek kelime söylemek geçmiyor. Rehavet ve huzur iliklerimize işliyor.


Sessizce sahildeki bir lokantaya oturuyoruz. İnsanlar sessizce gülüyor, kahkaha atıyor. Herkes sessizliğin sesine endekslenmiş bir kere… Bir şeyler ısmarlıyoruz. - Domates bu kadar kırmızı mıydı? -Ya tadı, sanki biraz daha farklı? -Şu fesleğen kokusunu alıyor musun? -Ya şu nanenin tadı nasıl ama?

Gün saymaca gittikçe kısalıyor, tatili ruhumuza ve bavulumuza doldurup dönüş yoluna koyuluyoruz.

Havaalanındayız… İnsanlar bağırıyor, kavga ediyor, uçaklar rötar yapıyor, klaksonlar ötüyor…

Zeytinyağı ve fesleğen yerini kızgın yağ kokusuna bırakıyor. Havalandırma stres üflüyor. Herkes şikâyetçi, geriye kalan tek tanıdık iz tüm vücudumuzu saran sıcak…

Düşünüyorum, en son İstanbul’da ne zaman kendimi böylesine mutlu ve huzurlu hissetmiştim. Biraz bocalıyorum, sonra kulağım vapur düdüğü ve martı sesleri ile çınlamaya başlıyor…


14 Eylül 2006

Araba kullanmak akıl kârı değil vesselâm!

Bizim evin köşesinde taksi durağı vardı, durakta da yeni başlayan bir şoför. Arada rast gelirse şirkete falan onunla giderdik.

İnanılmaz sakin bir yapısı vardı; insana huzur veren ve yolda olduğunu unutturan… Tıngır mıngır, yavaş yavaş araba kullanıyordu. Arada, onun aracı durakta görünce acayip seviniyordum, oh ya bu sabah da rahat rahat işe gideriz diye…

Epeydir görmemiştim, geçenlerde rast geldi, sevinçle kurulduk koltuğa… Daha tam arkamızı yaslamıştık ki ok gibi sokağın köşesinden sinyal minyal vermeden fırladık. Korna sesleri eşliğinde yola koyduk. “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar!” diye ben istifimi hiç bozmadım.

Ardından dikiz aynasından bir göz göze geldik. Baktım bizim şoför efendi gitmiş yerine bir canavar gelmiş. Gözler fıldır fıldır, fer fecir okuyor. Fiko ile şöyle bir bakıştık, tamam bu da kıvama gelmiş diye…

Bizimki yol boyunca anlı şanlı taksi şoförlerimizin yokluğunu hiç aratmadı. Girilecek en küçük bir aralığa girdik, daha lamba yeşile döndü dönecek derken kornalara bastık. Önümüze gelene üç tekme yaptık. Zannedersiniz ki Şişli Etfal’e acile yetiştik.

Sonunda şirketin önünde indik, bir tek bozuk para diyalogu yaşanmadı, onun dışında her şey tamdı. Ruhumuzu koltuklara teslim ettikten sonra, sinirlerimiz alınmış bir şekilde şirkete yollandık.

Antidepresana ve psikiyatrlara alternatif: Taksi şoförlerimiz… Valla onu bunu bilmem, elimde altı yıllık kapı gibi ehliyetim var. Ama bir türlü direksiyonla teşerrüf edemedi garibim. Öyle cüzdanın içinde kuzu gibi yatıyor.

Geçen sene Fiko sürücü kurslarının yolunu tutunca ben de epey bir heveslenmiştim fırsat olmamıştı. Ama şimdi sorsanız, arkama bakmadan kaçarım.

Ehliyetini kapan kendini yollara vuruyor diye kızıyor herkes. Ama insanoğlu da bu mereti nasıl geliştirecek kullanmazsa... Tabi sadece kullanmakla bitmiyor iş, bir de bizim “Türk, öğün, çalış, güven!” şeklindeki zıpkın gibi şoförlerimizin baskılarına nasıl dayanacak? Adamlar hayatın tüm acısını senden çıkarmanın peşinde.

Sürücü kurslarında meğer boş şeyler öğretiyorlarmış bize... Siz, bir tanesini doğru düzgün uygulayanını gördünüz mü İstanbul yollarında? Uygulamaya çalışanı da bezdirip kendilerine benzetiyorlar.

Yol vermek, kırmızıda durmak, önde 10 cm yol varken temkinli davranıp boşluğu doldurmamak, sinyal vermek… Bunlar boş işler… Bas kornaya, yap el kol hareketlerini olsun bitsin. Baktın korna, el kol hareketi ve küfürden anlamıyor, durdur arabayı orta yerde, kap levyeni, Allah Alah diye giriş karşındakine! Oh, be dünya varmış!

Valla, İstanbul’da araba kullanmak akıl kârı değil. Koltukta yolcu olmak hiç değil!

05 Eylül 2006

Onu bunu bilmem, anlamam!

Hiç aklıma bir gün oturup da bir müzik yazısı yazacağım gelmezdi. Nedense, her konuda ahkâm keserim de, müzik dediğiniz zaman bir on metre uzakta dururum.

Ama bu adamları dinleyince, bir kez daha dinleyince, kıvama da gelince kendimi tutamadım. Kolay değil tabi, “en halleri”mi onlarla yaşadım. Serserilik ettim, dans ettim, kavga ettim, sabahladım, dibine kadar içtim, sarhoş oldum, aşık oldum. Dinledim, dinledikçe daha çok sevdim. Ama sadece söylerken; konuştuklarında değil:-))Uzun zamandır yeni albümlerini bekliyordum, nihayet çıktı ve dinledim. İlk başta nefret ettim, acayip hayâl kırıklığı yaşadım. Kızdım, söylendim, kendimi tutamadım, millete de vıdı vıdı yaptım.

Sonra, sonra… Bir sabah yeniden dinlemeye başladım. Sonra, sonra… Dinledim, dinledim, dinledikçe daha da çok sevdim. Ben size yeniden aşık oldum…

Fotoğraf sanatçısı Muammer Yanmaz ile konuşmuştuk bir keresinde, İstanbul’u yorgun ve yaşlı bir kadına benzetmişti. Emin olamamıştım…

Miki fare kulaklarımla onları dinlerken şimdi daha iyi anlıyorum…

O şahsına münhasır! O hafif meşrep, o şımarık, o içinden geldiği gibi, o çekingen, o kendisine dönük, o cömert, o serseri, o limon kolonyası ile ancak yatışan saçlarıyla efendi ama muzip, o salıncakta sallanan sonra da düşüp dizi kanayan çocuğun ağlaması ve gülmesi gibi, o Beyoğlu’nun bol fındıklı çikolatası gibi ya da üstü örselenmiş Zambo çikleti… O kolları kısa gelen kiralık ceket gibi… O ayakları vuran topuklu ayakkabı gibi…

Galiba içine kapanık bir yorum oldu… Ama bugün kulağımda onların müziğini dinlerken, hah İstanbul bu derken, o içinden geldiği gibi yapılan yorumları ve sözleri dinlerken elimden başka türlü yazmak gelmiyor. O hijyenik stüdyo ortamından alınıp efendileştirilen ses kayıtlarından uzak, ses iyi mi kötü mü çıktı kaygısı taşımadan hazırlanan albümü çok sevdim. O hafif pot yapan kumaş misali, amatör politik söylemli “özgürlüğün ülkesi”ni bile gülerek dinledim.

Onu bunu anlamam, ben çok sevdim, eminim İstanbul’u seviyorsanız siz de onları seveceksiniz…

Bol “duman”lı kalın…

Duman'ın albümü: Seni Kendime Sakladım, 2005

09 Ağustos 2006

Çıra gibi yandık!

Olimpos Çıralı’ya gittik gene bu yaz… Biraz geç kaldığımız için de tatil işi Temmuz’a kaldı tabi.

Hiç sevmedim oraları… Ayılıp bayıldığım bölge sanki Türkbükü olma yolunda… Koca koca cipler, şık şıkıdım en haline bürünmüş kadınlar, kasım kasım kasılan erkekler…

Sanki bekareti bozulmuş oraların… Her yer tıklım tıklımdı, fiyatlar da daha bir artmıştı.

Tabi her Allahın günü televizyonda tanıtılırsa olacağı buydu…

Deniz yine de her zamanki gibi nefisti. Ama rüzgâr ters estiğinde yatlardan atılan çöpler insanı fena bozuyordu.

Seneye belli olmaz… Belki Temmuz’dan önce yine eskisi gibi güzel olur… Denemek lazım…

26 Mayıs 2006

Yazık, çok yazık!

Hemen her sabah işe metroyla gidiyorum ve genelde aksatmadan da her sabah sinir oluyorum.

Konu çok basit aslında… İnsanlar toplu yaşamanın kurallarını bilmiyorlar, bir egoistlik, bir kabalıktır gidiyor.

Alt tarafı bir yürüyen merdivendesin değil mi? Acelen yoksa sağında durursun. Yok, bizde asla öyle değil. Önce, sıkı bir itiş kakış yaparsın. Sonra, merdivenin en sağında durmaktansa mümkünse kimsenin geçemeyeceği bir şekilde merdivenin en ortasında konuşlanırsın. “Pardon, geçebilir miyim?” diyenlere ters ters bakıp hiç istifini bozmazsın. Bir de utanmadan sanki hata onlardaymış gibi söylenirsin. Üstelik bin defa bindiğin bu merdivenlerde, “İnsanlar bana neden tepki gösteriyor?” diye kafanı hiç yormazsın. Kısaca odun gelip, odun gidersin...

Metroya binme faslından hiç bahsetmiyorum. O tam bir felaket. Zannedersiniz ki savaş çıktı ya da afet oldu.

Kazara, “Böyle bir şey olsa ne yaparız?” diye düşünmek bile istemiyorum.

Yazık, valla çok yazık!

25 Mayıs 2006

Biraz huzur…

İstanbul’da yaşarken ne kadar huzurlu olunur bilmiyorum ama en azından epey bir süredir kullandığım Lipton’un özel karışım bitki çayı "huzur"la huzur bulduğumu söyleyebilirim.

Tam hatırlamıyorum ama içinde sarı kantaron ve melisa çayı olduğu kesin… Akşam yatmadan bir yarım saat önce içiyorum. Gerçi her bitki çayı gibi tadı pek iyi sayılmaz ama bol limon ve şeker takviyesi işe yarıyor.

Önce hafif bir gevşemeye başlıyorum, ardından da yavaş yavaş esnemeler… Sonra da cubba yatak…

Tavsiye ederim...

24 Mayıs 2006

Çekirdek çıtlatalım!

Bir kahve müptelası olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Özellikle de espresso… Evden sabah bir fincan içmeden çıktığımda tanım kaçıyor, huzurum bozuluyor sanki… Tatillerde Çıralı’ya gittiğim ve buralarda neskafe dışında da pek bir şey bulamadığım için, utanmasam yanımda espresso makinesini taşıyacağım ya neyse…

Kahve keyfi olayını, biraz daha ilerlettik ve eve bir de kahve değirmeni aldık. Krups marka, şimdilik canavar gibi çalışıyor. Amma velâkin, bu kez de çekirdek bulamıyoruz.

Gloria Jean’s Coffee uğrak yerlerimden biridir. Hele şanlıysam, şöyle orta kıvamlı bir filtre kahveye denk gelirse değmeyin keyfime… Ama iş kahve çekirdeği satın almaya gelince, hiç de şanslı olmuyorum. Aradığım hiçbir çeşidi bulamıyorum. Kahve mönüsünde çok çeşit var, ama realitede bir-iki çeşit arasından seçim yapmam isteniyor. Cevap da hep aynı, “Üzgünüz, kalmadı”… Bu gittiğim birçok şubede de geçerli.

Gönüllü müşterisi olmak istiyorum, ama izin vermiyorlar:-)

Kahveyi Türklerin gündelik yaşamına sokmaya kararlı görünen bu marka, acaba kafe işletmenin daha kârlı mı olduğunu düşündü?

Zannetmem, zannetmek de istemem.

22 Mayıs 2006

Koç gibi taş yağdı başımıza!

Bu aralar malumunuz ev taşıma derdinden dolayı yapı marketler ile akraba olduk. Bir oraya, bir buraya diye giderken de arada mefta olduk.

“Aç tavuk kendini darı ambarında zanneder” misali, yeni evin mütevazı bir balkonu var. Malum balkona da oturmak için masa ve birkaç sandalye lazımdı. Doğru Koçtaş’a yollandık; biraz etrafı kolaçan ettikten sonra da orada kıyıda köşede kalan tahta bir masa ve iki sırada karar kıldık.

Neyse, başta gayet güler yüzlü bir görevli bize gayet afili bir şekilde yanaştı, elinde seyyar bir mini bilgisayardan küçük bir fiş verdi, teslimatı da otopark katından almamız gerektiğini söyledi.

Alışverişimizi bitirdik ve biraz garipsesek de otoparkın alt katına yollandık. Korku filmini andıran koridorlardan geçip Koçtaş’ın eşya teslimat bölümüne vardık. Allahın unuttuğu bir yerde konuşlanan bu noktada görev yapanlar bizden çok memnun görünmeseler de elimizdeki fişi aldılar ve beklemeye başladık. 10 dakika sonunda, sorularımızı lütfen cevap verip aslında bu malın ellerinde olmadığını, var olanların ise kırık olduğunu ve neden depodan teyit almadığımızı da sorunca dumurlardan dumur beğendik. Beynimden ateş fışkırdı ve üstelik bu bekleyiş yüzünden bir randevumuzu da kaçırdım. Sonuç olarak mekândaki sergilenen malı olabileceğimiz söyleyince de o zaman yukarı çıkın dediler.

Tekrar geri döndüğümüzde ise, zorla bir yetkili bulduk ve onun oflaya puflaya ve arkadaşlarına söylene söylene bizimle ilgilenmesini sağlayabildik. Sergideki masa ve sandalyede defo olduğunu görünce de doğal olarak almak istemediğimizi söyledik.

Bunun üzerine, bizi girişteki müşteri temsilcisine yönlendirdik. Oradaki yetkili arkadaş da hayatından bezmiş bir şekilde bir on dakika beklettikten sonra bize yöneldi. Ürünü taksitle aldığımız için parayı da taksitle iptal edebileceğimiz söyledi. Bunun üzerine, yetkili bir kişi ile görüşmek istediğimi söylesem de yetkili kişi tenezzül edip bizimle görüşmedi. Baktılar ben olayı iyice arızaya bağlıyorum, bu sefer reyon yetkilisini işe dahil ettiler.

Ben durumun vahametini anlattığımda ise gayet kayıtsız bir biçimde isterseniz bir on gün sonra arayın size getirtelim dendi. İyice sinirlenip söylendiğimde ise isterseniz gidin şikâyet edin gibi küstah bir yanıtla karşılaştım ve kalakaldım.

Kıssadan hisse:

  • Bana mağazada olmayan bir mal satıldı.
  • Olmayan bir malın parası ödettirildi.
  • Arabam olup olmadığı sorulmadan mal teslimatı için izbe otoparklara yönlendirildim ve boşu boşuna zaman kaybettirildi.
  • Müşteri temsilcisi diye muhatap olduğum kişi, beni dinlemek yerine, iyi nasıl bir an önce atlatırımın peşinde idi.
  • Koskoca Koçtaş’ta bir yetkili bulamadım.
  • Üstüne üstlük bir de reyon yetkilisinden azar işittim.
  • Bu arada Koçtaş'taki olumsuz çalışma koşulları hakkında da bir araba laf dinledim.

Anlaşılan Koçtaş’ın müşteri memnuniyeti için onbin fırın ekmek yemesi gerek…

Not: Böylesine bir durumdan sonra, oradaki elamanların sözünü dinleyip ilgili merciye şikayetimi iletmem doğru olurdu belki ama burada yazarak içimi dökmek kolayıma geldi.


02 Mart 2006

Tarih tarih oldu…

İki hafta önce Beyoğlu’nda Cumhuriyet Lokantası’na gittik. En az bir altı-yedi yıldır gitmemiştim. Eskileri hatırladım da az müdavimi değildim oranın. Haftanın en az üç günü soluğu orada alıyordum.

Patırtı gürültü olmadan rahatça içkimi içiyor, arkadaşlarımla bol bol sohbet parlatıyordum. Özellikle ikinci katta tam sol köşede kalan masayı boş buldum mu değmeyin keyfime… Bir yandan sohbet ederken, bir yandan da Balık Pazarı’nın telaşlı kalabalığını gözetliyordum. Elemanlar da iyiydi, raconu bilen insanlardı.

Geçen gittiğimde baktım da köprünün altından çok sular akmış. Meyhane kat kat olmuş, her taraf masa olmuş…

Yer olmayınca giriş katında oturduk, Cumhuriyet’in o kendine has dokusu buraya sirayet etmemiş. Masaların arasında, kendinizi özel bir alan açmak mümkün değil… Garsonlar sürekli bir şeyler yiyin diye gözünüzün içine bakıyor. Pek bir şey yemek istemediğinizde rahatsız olduklarını size hissettiriyor.
Mezeler de sıradanlaşmış…

İstanbul’un sıradanlaşması her yere nüfuz etmiş anlaşılan… Nerede o eski günler demeden edemiyor insan…

01 Mart 2006

Şivey

Profilo Alışveriş Merkezi’nin yemek katında… Güneydoğu mutfağından lezzetler sunuyor… Açıkçası, alışveriş merkezlerinin o soğuk atmosferinde ilaç gibi bir yer… Geniş, ferah ve üstelik kendisine ait salonu var. Saat 20.00 gibi alk kattan gelen piyano sesleri de canlım müzik efikti yaratıyor.

Özellikle bol cevizli, nar ekşili gavurdağ salatası ömre bedel… Gerçi en son gittiğimde malzeme çok iri doğranmış ve çoban salatasına dönüşmüştü ama neyse…

Özellikle etin kalitesine çok önem veriyorlar. Bu yüzden hiç tereddüt etmeden ya kebap ya da İskender söyleyin derim. Hatta durun şöyle yapalım:

Önden fındık lahmacun ve nar ekşili gavurdağ salatası söyleyin, ardından birer tane içli köfteyi yuvarlayın, en son olarak finali de İskender kebapla yapın. Bu arada içecek olarak da onların hazırladığı bol köpüklü ayranı tavsiye ederim.

Afiyet olsun…

Bir ev gördüm, hayatım değişti…

O sokağa taşındığımızdan beri önünden ne zaman önünden geçsem hayranlıkla süzmekten kendimi alamıyordum. Geçen yıl restore edilmeye başlamıştı. Nihayet bitti ve karşı konulmaz bir istekle içini gezmek istedim…

Bayıldım, ayıldım, kaldım. Hiç hesapta yokken taşınmaya karar verdim. Aklım fikrim o evde… Uzun zamandır böylesine heyecanlanmamıştım valla. Nasıl ama nasıl hayaller kuruyorum bir bilseniz…

Tabi kira fena halde tuzlu. Bu yüzden de indirim istedik. Ama evsahibinin tuzu kuru ve bu yüzden de pek umurunda olmadı. Oysa ne kadar çok sevdiğimi bir anlasa…

Bilmiyorum, tebdil-i mekânda rahatlık varmış derler… Nedense bu evin bana sunacağı rahatlıktan da başka şeyler… Belki de geçmişten gelen bir şey bilmiyorum ki!

Neyse… Dua edin, duacınız olayım…

06 Şubat 2006

Koçtaş

Bu hafta bir Koçtaş'a uğrayalım dedik. Bir kere giriş yolunu bulabilmek için epey bir atletizm olayına girmek gerekti. Metro kapısından içeri girdiğinizde, bir 100 metre yürüyüp sonra kapıdan giriyorsunuz. Kapıdan girmek de kolay değil bu arada...

Elinizde paket, torba falan varsa izbandut gibi bir görevli başınıza dikiliyor ve elinizdeki paketi koli bandıyla iyice bantlıyor. Tabi bu durumda Koçtaş'tan çıktığınızda da torbanın içinden kazara birşey almak istediğinizde torbayı hunharca yırtmanız gerekiyor. Daha kafadan potansiyel hırsız konumlandırması da cabası...

İçerisine gelince... Karşı yakadaki Koçtaş'ın ferahlığı ve düzeni yok nedense. İçerisi geniş de olsa yerleşiminden mi nedir herşey üstünüze üstünüze geliyor. Üstelik, raflar çok dağınık. Bu yüzden de çoğu zaman dağınıklıktan aradığınızı bulamıyorsunuz. Tamam, anlıyorum, herkesin peşinden de birisi toplayamaz ama günde en az iki kere de düzenleme yapılabilir.

Bu arada... Birine birşey sormak istediğinizde de epey bir aranmanız gerekiyor. Olanların da telaşını görünce acıyıp sormaktan vazgeçiyorsunuz. Sanırım eleman konusunda epey bir cimri davranılmış.

Ama gene de Avrupa yakasında, üstelik çok merkezi bir yerde böylesine bir yerin açılması çok hoş.

04 Şubat 2006

Little Big

Little Big'den geçtiğimiz ay bir kot almıştım. En fazla dört-beş kez giydim. sonra Beyoğlu'nun çamur derya olduğu günlerden birinde ayağım takıldı, düştüm.

Eve geldim, makinada, yün şampuanıyla ve narin programda yıkadım. Düştüğüm yerde, hiçbir aşınma belirtisi olmamasına rağmen, orası çamaşır suyu dökülmüş gibi bembeyaz kaldı, rengi attı. Önce geri götüreyim istedim, sonra da mantıklı gelmedi nedense... Gitti cânım kot...

Bu kadar da nazik olunmaz ki! Sanki saatlerce yerlerde süründüm...

Manda batar mı batmaz mı?

Bir başka şahsına münhasır yer İstiklal Caddesi'nin kıyısında, Aznavur Pasajı’nı geçince, hemen sağda Barselona Pastanesi’nin yanındaki küçük bir sokak içerisinde…

Dışarıdan baktığınızda aslında çevresindeki hanlara çay-kahve hizmeti veren bir çay ocağı… Sokağa atılmış küçük ama hiç hazzetmediğim plastik tabureler ve sehpalarla ilk bakışta alışılagelmiş salaş sokak kahvelerine benziyor. Amma velâkin tabelayı gördüğünüzde biraz duraksıyorsunuz: Kahve fincanının üzerinde bir manda ve dükkânın ismi: “Manda batmaz, yıl 1967"… Büyük markalar, kurumsal itibar ve marka farkındalığı üzerinde kallavi çalışmalar yapa dursun; bizim kıvrak zekâmızın iyi bir göstergesi olan bir isimle bu kadar akılda kalıcı ve sunulan ürün/hizmetin kalitesine bu kadar iyi atıfta bulunulamazdı.

Mübalağa da edilmemiş üstelik… Manda batar mı batmaz mı bilmiyorum ama bugüne kadar içtiğim tüm kahveler hakikaten de okkalıydı. Benimle birlikte çay içenler de çayın lezzetini anlata anlata bitiremediler. Hele mevsimlerden yazsa, gölgede kalan sokak, sizi doğal air condition ile serinletiyor. Üstelik fiyatlar da ucuz, çok ucuz…

Siz en iyisi beni dinleyin, oradan kendinize şöyle bir köpüklü kahve söyleyin… Şanslıysanız, sokağın karşısındaki müzik dükkânı zevkinize uygun bir şeyler çalar, siz de iyice havaya girersiniz.

31 Ocak 2006

“Öyle olmaz!”

Taksim’de bir şeyler yemek-içmek istediğim zaman aklıma gelen ilk yerlerden biridir o küçük pide dükkânı… Bugüne kadar yediğim en lezzetli pideler arasında ilk dörde girer pideleri ama benim buraya abone olmam ondan değil; yine şahsına münhasırlığı aslında. Taksim Meydanı’ndasınız, İstiklal Caddesi’ne doğru yürümeye başladınız anda, Fransız Kültür’e gelmeden ilk sağdan saptığınızda hemen ilk sıradaki küçük pide dükkânını belki de çoktan gördünüz. Adı: Şimşek...

Dışarıdan esnaf lokantası kılıklı bu yere arkadaşlarımla gittiğim zaman ilk dikkatimi çeken prensiplerine ne kadar bağlı olduğu idi… Arkadaşım, mönüde çeşitlerin dışına çıkmak istemişti ve kendi istediği malzemelerle pide ısmarlamak istemişti. Cevaba çok şaşırmıştık: “Öyle olmaz”. Ama bu öyle olmaz bir cevap ki umursamazlıkla ilintili değildi.

Gerçekten de daha sonraki gidişlerimde müşterilerle diyaloglardan anladım ki, o tür bir pide o malzemelerle istenilen lezzeti ve kaliteyi vermiyordu. Aslında kimisi bunu müşteriye istediği hizmeti vermemek olarak görebilir. Ama bu kadar zamandır gidiyorum, gittiğimde gördüğüm ortam ve davranışlar bunun aksini ispat ediyor. Onların bir prensibi var ve işin uzmanı olarak biliyorlar ki en iyi kombinasyonlar kendi yarattıkları… Açıkçası da haksız sayılmazlar, gerçekten de bugüne kadar yediğim tüm pidelerde en ufacık bir falso görmedim. Ve yıllardır aynı kaliteyi sürdürüyorlar.


Dükkân sahipleri ve servis yapanlar o kadar cool ki insan burada da biraz kendine çeki düzen vermek istiyor. O zaman düşünüyorsunuz, kimi zaman çok lüks bir restoran ya da barda yaşadığınız elinizi-kolunuzu koyamamak durumu lüks olmakla değil, orada insanların yarattığı atmosfer. Ama dedim ya, bu gönüllü bir tedirginlik. Çünkü hallerinden yaptıkları işten emin olmanın verdiği bir güven var. Hatta belki de bu yüzden bir pidenin gelmesi için yarım saat beklemeyi de pek umursamıyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki, çoğu afili restoranın aksine her şey anında yapılıyor, deep freeze’den çıkarılıp mikro-dalgada gelişigüzel ısıtılmıyor. Üstelik çok da ucuz…

Fırsat bulursanız bir uğrayın derim...

30 Ocak 2006

Teoman’ın Manevrası

Balans ve Manevra’yı seyrettim dün… Herkesin “haydi bastır ya ya ya!” nidalarıyla anlattığı ve yerin dibine batırdığı filmi soluk almadan izledim. Azınlık kaldım.

Bir filmi neresinden tuttuğunuz önemlidir. “Yaşadığın hayat senin anladığın kadardır” misali, herkesin bir filme ya da kitaba bakış açısı ve hissettikleri farklı olabilir. Heyecanı herkes en üst noktada, aşkı ve sevgiyi en yoğun bir biçimde ve gündelik hayatında yaşamadığı gibi görmek ve hissetmek isteyebilir. O zaman zaten Balans ve Manevra doğru bir adres değil.

Ama abartıdan kaçan anlatımı sade, nüanslarda ve kimi zaman da birkaç kırık dökük kelimenin ardına saklanmış diyaloglarda verilen duyguyu çok sevdim. Her şey olduğu gibiydi, gözetleme duygusunu bizzat yaşattı bana… Burak Sergen ve Bülent Kayabaş’ın rolü kavrayışı etkiledi beni… Hulâsa film, büyük harflerle bağırmadan derdini gayet iyi anlatabilmiş bence…

DVD’nin seçenekler bölümünde Teoman ile yapılmış söyleşiyi izledim. “Birkaç oyuncu dışında birçoğu kendini oynadı gibi” bir laf etti. Doğru, üstelik hiç ama hiç sırıtmamış.

İçinden geldiği gibi bir şeyler yapmanın tadı hiçbir şeyde yok sanırım…

“Eski kaşarın ta kendisi!”

Kurtuluş’u Feriköy’e bağlayan Baruthane Caddesi’nde birkaç yıl oturdum. Hani gönül adamı diye tabir edilen kişiler vardır ya, ismini şu anda hatırlamıyorum cadde üzerinde küçük vitrinli şarküteri dükkânın sahibi de tam bu tanımlamaya uyan birisiydi. Bir kere pastırmadan peynire hiçbir ürün makinede kesilmiyordu, ama kesilenlerin inceliğini görünce de mevzuyu hemen kapıyordunuz. Telaş hiç yoktu bu dükkânda... İsterse 40 kişi beksin, o hiç istifini bozmadan yavaş yavaş işini yapıyor, bir yandan kesip bir yandan da size tattırıyordu. Geniş zamanların adamıydı vesselâm, pakette muhakkak kâğıt ve keten iplikle yapılıyordu, paketin alt zeminine de kalın mukavva. Hesap-kitap işleri de sizin ellerinizi öpüyordu.

İş bitmeye yakın, saman kâğıdını size uzatıyor, yaz kızım, hesapla kızımla diyerek kendi hesabınızı kendiniz yapıyordunuz. Beklerken de puro ikramını unutmamak lâzım. En sıkı Küba purolarını taş çıkarır bir lezzete sahipti o, tabi kalben… Hatırlıyorum da bende misafir olan bir arkadaşımı bu dükkâna yollamıştım… Tamam, gecikeceğini biliyordum ama baktım 1 saat falan geçti ortada yok. Meraklandım, arkasından gittim, Meğer bizim gönül adamı ona da puro ikram etmiş. Bizimki de aç karnına içince fenalaşmış, kendine gelmeyi bekliyordu.

Bu arada dükkânın “Eski kaşarın ta kendisi” gibi kendine öz reklâm sloganlarını da unutmamak lâzım... Sonra, bir anda kapandı gitti. Ama hâlâ o dükkândaki en küçük bir ayrıntıyı bile çok iyi hatırlıyorum diyebilirim.

25 Ocak 2006

Gönül Gözü

Latife Tekin ve Hasan Ali Toptaş…
Gümüşlük, Latife Tekin’in bahçesi


Latife Tekin.: Ben insanın ancak doğanın içinde mutlu olacağına inanıyorum. İstanbul'da yok mu doğa? Acaba orada insanın gözü mü kapanıyor?

Hasan Ali Toptaş.: Gözüyle birlikte gönlü de kapanıyor belki. Belki insan, bakışlarını uzağa götüremiyor artık. O dar sokaklara, betonlara çar­pıyor bakışların ve zamanla köreliyor. Genişlik önünde uzansa bile sen ona dar bakı­yorsun böylece.
Picus Dergisi, Ocak 2006

Samimiyet...


Gülenay Börekçi soruyor, Uğur Yücel cevaplıyor… Picus Dergisi, Ocak 2006…

Bir yönetmen ve bir oyuncu olarak tesa­düflerle ilgili deneyimleriniz var mı? Her saniyeyi, her devinimi hesaplamış bile ol­sanız beklenmedik bir şey üzerine halet-i ruhiyeniz dolayısıyla performansınız deği­şebilir mi? Diyelim ki çekim sırasında ani­den rüzgâr çıksa veya ağaçtan bir kedi at­lasa atmosfer etkilenmez mi?

Atmosfer yüzünüzün ifadesini değiştirir. Eğer yönetmen size rutubetli, nefes alınma­yan bir toprak üzerinde durduğunuzu söy­lerse terlemeye başlarsınız. Kutupsa durdu­ğunuz sahne zemini, içiniz üşür. Kolay ka­nar, kolay teslim olur kendini hunharca pa­ralayan sanatçılar. Ahh arkadaşım, kolay âşık olur, kolay ölürler... Sanatçılar baro­metre gibidir. Havanın birazdan eseceğini veya yağmurun geleceğini hissederler. Yine düşünerek söyleyeyim: Bitkilere, hayvanlara yakın insanlardır onlar, insanlardan ayrıldık­ları yer, ruhlarını esintilere, fırtınalara ya da baharlara kaptırmalarıdır. Bir türlü huzurlu olamazsınız yanlarında. Kestirmesi güçtür nereden kaçak yaptıklarını, neye takıldıkla­rını! Hayat karşısında şaşkındırlar ve ömür­leri doğanın güzelliklerine, mucizelerine şa­şırmakla geçer. Gece herkes uyurken lapa lapa yağan karın altında leş gibi şaraplarla yürürler. Ölümü sunsanız beraberinde, kanarlar. Şüphe ve tenakuz içindedirler. Ayak­ları yere basmaz. Asıl huzursuzlukları, bu güzelliklere nasıl yanıt bulacaklarıdır. Tamamlanamayacak tuvallerin karşısında dur­mak eritir insanı. İç hastalığı... Brando kimbilir nasıl minicik bir çocuk gibi saf ölmüş­tür! Sanatçılar ancak çocuklar kadar kötü­dürler. İster istemez insana laf parlattırıyor büyücülerin safiyetini düşünmek. Sizin esa­retiniz, kendinizin suretini izlemekle başlar onların yüzünde.

Not: Bu akşam Hırsız-Polis var, ne güzel. Kar yağıyor, dışarısı buz gibi, içerisi sıcacık...

24 Ocak 2006

Cesaret

Küçükken ağabeyimle birlikte yaşadığım ender güzel anlardan biridir...

Evimiz teras katındaydı... Nefessiz kalana kadar ağzımızda tükürük biriktirir ve annemin görmediği bir anı kolçan edip aşağıda yürüyenlerin kafasına yallah! Bize hiçbir zararı olmayan, masum insanlara olurdu olan. Çocukluk işte...

Şimdi bakıyoram da, tükürülecek çok insan var ama bende cesaret yok!

Bir çift laf

"İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığıdır."
Gabriez Garcia Marquez


"Unutkanlar şanslıdır, çünkü hatalarının acısını çekmezler."
Nietzsche

23 Ocak 2006

Arçelik Telve

Şirkete Arçelik Telve alındı. Duymuşsunuzdur, otomatik Türk kahvesi pişiriyor.

Neyse, Türk kahvesi meraklısı biri olarak hemen denemeye başladım. Ama açıkçası pek sevdiğimi söyleyemem. Bir kere çok büyük, böylesine kompakt bir modelin daha şık bir tasarıma sahip olmasını beklerdim. Türk kahvesi gibi ağır ağır pişirilmesi ve kendi içinde kalıplaşmış bir ritüeli olan bir ürünü otomatize etmek gibi radikal bir yaklaşım getirildiğinde en azından tasarım olarak cezveye atıfta bulunması gerekirdi diye düşünüyorum. Belki de piyasada satılan 3-3 YTL’lik ürünlerin tasarımına benzemekten korktular kimbilir. Ama gene de sevmedim. Üstelik boyut olarak da fazla yer kaplıyor diye düşünüyorum.

Ürün şirketler için ideal olabilir. Zira aynı anda altı kişiye kahve yapmak mümkün. Ama ev kullanımında pek de pratik olmaz diye düşünüyorum. Bir kere kısa bir sürede pişirmiyor, aslında iki kişilik bir kahve için epey bir beklemeniz gerekiyor. Piştiğinde ikaz sesi ile sizi uyarması ise güzel, böylece kahve taşırma manzarası ile hiç karşılaşma derdiniz yok.

Ama klasik pişirmeden tek farkı başında bekleme derdiniz olmaması ve biraz da köpük garantinizin olması… Ama bu nedenlerin sizi satın almaya yönlendireceğini düşünmüyorum.

Fiyata gelince, bence pahalı… Demin web sitesinden baktım, 340 YTL. Ürün ve performans dengesi açısından benden eksi puan aldı. Tabi sizi bilemem…

Knorr Çabuk Çorba

Yıllardır ağzıma bile sürmemiştim… Yurttan kalma bir alışkanlık herhalde. Hem çalışıp hem okumak zorunda olanların makûs talihi olsa gerek ders çalışmak demek sabahlamaktı benim için. Gecenin bir saatinde pat diye kanınız acıkır ve yana yakıla yiyecek bir şeyler arar durursunuz aman nafile…

İşte belki de bu yüzden Calve Hazır Çorba ilk çıktığında dünyanın en büyük keşfi yapılmış gibi sevinmiştim. Suyu ısıtıp karıştırıyorsun oldu da bitti maşallah!

Ama yıllar boyunca o kadar içtim ki ve her içişimde ağzımdaki o suni tadın bıraktığı kekremsi lezzetten o kadar çok bıkmıştım ki resmen nefret ettim ve dediğim gibi 94’ten bu yana da ağzıma koymadım.

Şu aralar rejim olayları ile iştigal eden biri olarak karnım acıktığında masum bir şeyler ararken bu kez Knorr Çabuk Çorba ile karşılaştım ve yeniden denemek istedim. Calve ile kıyaslanamayacak kadan iyiydi. Kalorisi düşük ve üstelik çok lezzetli. Hem suni bir lezzet hissi de yaratmıyor ağzınızda.

Gerçek ev yapımı bir çorbayı hiçbir şeye değişmesem de işyerinde çekmecenizde bulunsun derim.


Not: Bu arada Calve'ye de haksızlık olmasın... Köprünün altından çok sular aktı, en yakın zamanda onun da eğer öyle bir ürünü varsa denemek lazım. Mutlaka onlar da geliştirimişlerdir lezzetlerini...

Taze taze: Bu arada uyardılar. Meğer Calve'yi üreten Unilever, Knorr'u satın almış ve sadece Knorr ile yoluna devam ediyormuş. Bilmiyordum, öyle mi? Marka farkındalığı yalan oldu:-))

19 Ocak 2006

Peacocks sağolsun!

Geçtiğimiz hafta birkaç kez alışverişe çıktım. Hem Nişantaşı hem de Cevahir Alışveriş Merkezi’ndeki Peacocks’a uğradım. Bayağı güzel şeyler var. Üstelik beden derdi de yok. XS’den XXL’ye kadar her bedenden yapmışlar. Modeller çok çeşitli, ister klasik isterseniz de spor her şey bulabiliyorsunuz.

Fiyat kısmı da en güzel tarafı bence… Piyasanın bayağı altında satılıyor. 20-30 milyona pantolon, gömlek, ne ararsanız var…

Bir uğrayın derim.

17 Ocak 2006

Dört tür insan!

"Dört tür insan vardır:
1. Bilmeyenler ve bilmediklerini bilmeyenler. Bunlar ahmaktır. Böylelerinden uzak duracaksın.
2. Bilmeyenler fakat bilmediklerini bilenler. Bunlardan iyi öğrenci olur.

3. Bilenler fakat bildiklerini bilmeyenler. Bunlardan çok iyi öğretmen çıkar.
4. Bilenler ve bildiklerini bilenler. Bunların ise peşinden gidilir."

Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama Ali Saydam bir yazısında nakletmişti... Hâlâ aklımda!

Şimdi etrafınıza alıcı gözle bir bakın derim...

Gönül Yarası

Geç de olsa izledim. Yavuz Turgul yine inceden inceden döktürmüş. Timuçin Esen'in masada oturup Şener Şen'e karısını anlatırken sergilediği oyunculuğa şapka çıkardım. Olsa da gene izlesem... Meltem Cumbul'u ilk kez burada sevdim. Şener Şen ise hep aynı... Lakin, biraz cepten yemiş gibi geldi bu sefer... Belki de köşeli, kekin uçlu bir karakter olmadığı içindir kimbilir!

Masalsı bir tat bıraktı bende... En son "Terminal"de de böyle hissetmiştim.

Herkesin ellerine sağlık...

14 Ocak 2006

Aman Doktor

Önce röportajını dinledim. TV 8’de, çok sevdiğim programda… Şafak Karaman sunuyor. Magazinden uzak, salt müzikle ilgili, sektörün oyuncuları birer birer programa buyur ediliyorlar. Müziklerini ve kendilerini anlatıyorlar.

Neyse. Orada tanıdım yani albümünü: Candan Erçetin’in Aman Doktoru’nu… Hem CD’si çıkmış, hem de 750 adetten oluşan özel baskısı… İçinde CD’den gayrı bir de parçaların belgesel üslupla anlatıldığı kitapçık var. Çok özenli ve şık bir çalışma. Gittim, aldım… Birkaç gündür onu dinliyorum. Hakikaten de özenli bir çalışma olmuş. Çocukken kargalar korosu tadında böğüre böğüre söylediğimiz şarkıları duyunca bir hoş oldum.

Arşiv/araştırma niteliğindeki bu albümü mutlaka edinin derim. Özel baskısın fiyatı 36 YTL… Dediğim gibi sadece CD olarak da alabiliyorsunuz. Kesenize ve keyfinize göre…

Şehrin Aynaları

Elif Şafak'ın kitabı... Son zamanlarda ilgi duyduğum yazarlardan biri... Hiç yapmadığım birşey yaptım ve birkaç kitabını birarada aldım. Daha önce Araf'ını okumuş ve sevmiştim. Ardından Şehrin Aynaları'nı bitirdim ama nedense pek çekmedi beni içine. Betimlemeler yordu, uzaklaştırdı.

Ya yaşlandıkça yüzeyselleşiyorum ya da tercihlerimin köşeleri belirginleşiyor, kimbilir!

Bu arada şimdi de Bit Palas'a başladım. Hayırlısı...