Analytics

31 Ocak 2006

“Öyle olmaz!”

Taksim’de bir şeyler yemek-içmek istediğim zaman aklıma gelen ilk yerlerden biridir o küçük pide dükkânı… Bugüne kadar yediğim en lezzetli pideler arasında ilk dörde girer pideleri ama benim buraya abone olmam ondan değil; yine şahsına münhasırlığı aslında. Taksim Meydanı’ndasınız, İstiklal Caddesi’ne doğru yürümeye başladınız anda, Fransız Kültür’e gelmeden ilk sağdan saptığınızda hemen ilk sıradaki küçük pide dükkânını belki de çoktan gördünüz. Adı: Şimşek...

Dışarıdan esnaf lokantası kılıklı bu yere arkadaşlarımla gittiğim zaman ilk dikkatimi çeken prensiplerine ne kadar bağlı olduğu idi… Arkadaşım, mönüde çeşitlerin dışına çıkmak istemişti ve kendi istediği malzemelerle pide ısmarlamak istemişti. Cevaba çok şaşırmıştık: “Öyle olmaz”. Ama bu öyle olmaz bir cevap ki umursamazlıkla ilintili değildi.

Gerçekten de daha sonraki gidişlerimde müşterilerle diyaloglardan anladım ki, o tür bir pide o malzemelerle istenilen lezzeti ve kaliteyi vermiyordu. Aslında kimisi bunu müşteriye istediği hizmeti vermemek olarak görebilir. Ama bu kadar zamandır gidiyorum, gittiğimde gördüğüm ortam ve davranışlar bunun aksini ispat ediyor. Onların bir prensibi var ve işin uzmanı olarak biliyorlar ki en iyi kombinasyonlar kendi yarattıkları… Açıkçası da haksız sayılmazlar, gerçekten de bugüne kadar yediğim tüm pidelerde en ufacık bir falso görmedim. Ve yıllardır aynı kaliteyi sürdürüyorlar.


Dükkân sahipleri ve servis yapanlar o kadar cool ki insan burada da biraz kendine çeki düzen vermek istiyor. O zaman düşünüyorsunuz, kimi zaman çok lüks bir restoran ya da barda yaşadığınız elinizi-kolunuzu koyamamak durumu lüks olmakla değil, orada insanların yarattığı atmosfer. Ama dedim ya, bu gönüllü bir tedirginlik. Çünkü hallerinden yaptıkları işten emin olmanın verdiği bir güven var. Hatta belki de bu yüzden bir pidenin gelmesi için yarım saat beklemeyi de pek umursamıyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki, çoğu afili restoranın aksine her şey anında yapılıyor, deep freeze’den çıkarılıp mikro-dalgada gelişigüzel ısıtılmıyor. Üstelik çok da ucuz…

Fırsat bulursanız bir uğrayın derim...

30 Ocak 2006

Teoman’ın Manevrası

Balans ve Manevra’yı seyrettim dün… Herkesin “haydi bastır ya ya ya!” nidalarıyla anlattığı ve yerin dibine batırdığı filmi soluk almadan izledim. Azınlık kaldım.

Bir filmi neresinden tuttuğunuz önemlidir. “Yaşadığın hayat senin anladığın kadardır” misali, herkesin bir filme ya da kitaba bakış açısı ve hissettikleri farklı olabilir. Heyecanı herkes en üst noktada, aşkı ve sevgiyi en yoğun bir biçimde ve gündelik hayatında yaşamadığı gibi görmek ve hissetmek isteyebilir. O zaman zaten Balans ve Manevra doğru bir adres değil.

Ama abartıdan kaçan anlatımı sade, nüanslarda ve kimi zaman da birkaç kırık dökük kelimenin ardına saklanmış diyaloglarda verilen duyguyu çok sevdim. Her şey olduğu gibiydi, gözetleme duygusunu bizzat yaşattı bana… Burak Sergen ve Bülent Kayabaş’ın rolü kavrayışı etkiledi beni… Hulâsa film, büyük harflerle bağırmadan derdini gayet iyi anlatabilmiş bence…

DVD’nin seçenekler bölümünde Teoman ile yapılmış söyleşiyi izledim. “Birkaç oyuncu dışında birçoğu kendini oynadı gibi” bir laf etti. Doğru, üstelik hiç ama hiç sırıtmamış.

İçinden geldiği gibi bir şeyler yapmanın tadı hiçbir şeyde yok sanırım…

“Eski kaşarın ta kendisi!”

Kurtuluş’u Feriköy’e bağlayan Baruthane Caddesi’nde birkaç yıl oturdum. Hani gönül adamı diye tabir edilen kişiler vardır ya, ismini şu anda hatırlamıyorum cadde üzerinde küçük vitrinli şarküteri dükkânın sahibi de tam bu tanımlamaya uyan birisiydi. Bir kere pastırmadan peynire hiçbir ürün makinede kesilmiyordu, ama kesilenlerin inceliğini görünce de mevzuyu hemen kapıyordunuz. Telaş hiç yoktu bu dükkânda... İsterse 40 kişi beksin, o hiç istifini bozmadan yavaş yavaş işini yapıyor, bir yandan kesip bir yandan da size tattırıyordu. Geniş zamanların adamıydı vesselâm, pakette muhakkak kâğıt ve keten iplikle yapılıyordu, paketin alt zeminine de kalın mukavva. Hesap-kitap işleri de sizin ellerinizi öpüyordu.

İş bitmeye yakın, saman kâğıdını size uzatıyor, yaz kızım, hesapla kızımla diyerek kendi hesabınızı kendiniz yapıyordunuz. Beklerken de puro ikramını unutmamak lâzım. En sıkı Küba purolarını taş çıkarır bir lezzete sahipti o, tabi kalben… Hatırlıyorum da bende misafir olan bir arkadaşımı bu dükkâna yollamıştım… Tamam, gecikeceğini biliyordum ama baktım 1 saat falan geçti ortada yok. Meraklandım, arkasından gittim, Meğer bizim gönül adamı ona da puro ikram etmiş. Bizimki de aç karnına içince fenalaşmış, kendine gelmeyi bekliyordu.

Bu arada dükkânın “Eski kaşarın ta kendisi” gibi kendine öz reklâm sloganlarını da unutmamak lâzım... Sonra, bir anda kapandı gitti. Ama hâlâ o dükkândaki en küçük bir ayrıntıyı bile çok iyi hatırlıyorum diyebilirim.

25 Ocak 2006

Gönül Gözü

Latife Tekin ve Hasan Ali Toptaş…
Gümüşlük, Latife Tekin’in bahçesi


Latife Tekin.: Ben insanın ancak doğanın içinde mutlu olacağına inanıyorum. İstanbul'da yok mu doğa? Acaba orada insanın gözü mü kapanıyor?

Hasan Ali Toptaş.: Gözüyle birlikte gönlü de kapanıyor belki. Belki insan, bakışlarını uzağa götüremiyor artık. O dar sokaklara, betonlara çar­pıyor bakışların ve zamanla köreliyor. Genişlik önünde uzansa bile sen ona dar bakı­yorsun böylece.
Picus Dergisi, Ocak 2006

Samimiyet...


Gülenay Börekçi soruyor, Uğur Yücel cevaplıyor… Picus Dergisi, Ocak 2006…

Bir yönetmen ve bir oyuncu olarak tesa­düflerle ilgili deneyimleriniz var mı? Her saniyeyi, her devinimi hesaplamış bile ol­sanız beklenmedik bir şey üzerine halet-i ruhiyeniz dolayısıyla performansınız deği­şebilir mi? Diyelim ki çekim sırasında ani­den rüzgâr çıksa veya ağaçtan bir kedi at­lasa atmosfer etkilenmez mi?

Atmosfer yüzünüzün ifadesini değiştirir. Eğer yönetmen size rutubetli, nefes alınma­yan bir toprak üzerinde durduğunuzu söy­lerse terlemeye başlarsınız. Kutupsa durdu­ğunuz sahne zemini, içiniz üşür. Kolay ka­nar, kolay teslim olur kendini hunharca pa­ralayan sanatçılar. Ahh arkadaşım, kolay âşık olur, kolay ölürler... Sanatçılar baro­metre gibidir. Havanın birazdan eseceğini veya yağmurun geleceğini hissederler. Yine düşünerek söyleyeyim: Bitkilere, hayvanlara yakın insanlardır onlar, insanlardan ayrıldık­ları yer, ruhlarını esintilere, fırtınalara ya da baharlara kaptırmalarıdır. Bir türlü huzurlu olamazsınız yanlarında. Kestirmesi güçtür nereden kaçak yaptıklarını, neye takıldıkla­rını! Hayat karşısında şaşkındırlar ve ömür­leri doğanın güzelliklerine, mucizelerine şa­şırmakla geçer. Gece herkes uyurken lapa lapa yağan karın altında leş gibi şaraplarla yürürler. Ölümü sunsanız beraberinde, kanarlar. Şüphe ve tenakuz içindedirler. Ayak­ları yere basmaz. Asıl huzursuzlukları, bu güzelliklere nasıl yanıt bulacaklarıdır. Tamamlanamayacak tuvallerin karşısında dur­mak eritir insanı. İç hastalığı... Brando kimbilir nasıl minicik bir çocuk gibi saf ölmüş­tür! Sanatçılar ancak çocuklar kadar kötü­dürler. İster istemez insana laf parlattırıyor büyücülerin safiyetini düşünmek. Sizin esa­retiniz, kendinizin suretini izlemekle başlar onların yüzünde.

Not: Bu akşam Hırsız-Polis var, ne güzel. Kar yağıyor, dışarısı buz gibi, içerisi sıcacık...

24 Ocak 2006

Cesaret

Küçükken ağabeyimle birlikte yaşadığım ender güzel anlardan biridir...

Evimiz teras katındaydı... Nefessiz kalana kadar ağzımızda tükürük biriktirir ve annemin görmediği bir anı kolçan edip aşağıda yürüyenlerin kafasına yallah! Bize hiçbir zararı olmayan, masum insanlara olurdu olan. Çocukluk işte...

Şimdi bakıyoram da, tükürülecek çok insan var ama bende cesaret yok!

Bir çift laf

"İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığıdır."
Gabriez Garcia Marquez


"Unutkanlar şanslıdır, çünkü hatalarının acısını çekmezler."
Nietzsche

23 Ocak 2006

Arçelik Telve

Şirkete Arçelik Telve alındı. Duymuşsunuzdur, otomatik Türk kahvesi pişiriyor.

Neyse, Türk kahvesi meraklısı biri olarak hemen denemeye başladım. Ama açıkçası pek sevdiğimi söyleyemem. Bir kere çok büyük, böylesine kompakt bir modelin daha şık bir tasarıma sahip olmasını beklerdim. Türk kahvesi gibi ağır ağır pişirilmesi ve kendi içinde kalıplaşmış bir ritüeli olan bir ürünü otomatize etmek gibi radikal bir yaklaşım getirildiğinde en azından tasarım olarak cezveye atıfta bulunması gerekirdi diye düşünüyorum. Belki de piyasada satılan 3-3 YTL’lik ürünlerin tasarımına benzemekten korktular kimbilir. Ama gene de sevmedim. Üstelik boyut olarak da fazla yer kaplıyor diye düşünüyorum.

Ürün şirketler için ideal olabilir. Zira aynı anda altı kişiye kahve yapmak mümkün. Ama ev kullanımında pek de pratik olmaz diye düşünüyorum. Bir kere kısa bir sürede pişirmiyor, aslında iki kişilik bir kahve için epey bir beklemeniz gerekiyor. Piştiğinde ikaz sesi ile sizi uyarması ise güzel, böylece kahve taşırma manzarası ile hiç karşılaşma derdiniz yok.

Ama klasik pişirmeden tek farkı başında bekleme derdiniz olmaması ve biraz da köpük garantinizin olması… Ama bu nedenlerin sizi satın almaya yönlendireceğini düşünmüyorum.

Fiyata gelince, bence pahalı… Demin web sitesinden baktım, 340 YTL. Ürün ve performans dengesi açısından benden eksi puan aldı. Tabi sizi bilemem…

Knorr Çabuk Çorba

Yıllardır ağzıma bile sürmemiştim… Yurttan kalma bir alışkanlık herhalde. Hem çalışıp hem okumak zorunda olanların makûs talihi olsa gerek ders çalışmak demek sabahlamaktı benim için. Gecenin bir saatinde pat diye kanınız acıkır ve yana yakıla yiyecek bir şeyler arar durursunuz aman nafile…

İşte belki de bu yüzden Calve Hazır Çorba ilk çıktığında dünyanın en büyük keşfi yapılmış gibi sevinmiştim. Suyu ısıtıp karıştırıyorsun oldu da bitti maşallah!

Ama yıllar boyunca o kadar içtim ki ve her içişimde ağzımdaki o suni tadın bıraktığı kekremsi lezzetten o kadar çok bıkmıştım ki resmen nefret ettim ve dediğim gibi 94’ten bu yana da ağzıma koymadım.

Şu aralar rejim olayları ile iştigal eden biri olarak karnım acıktığında masum bir şeyler ararken bu kez Knorr Çabuk Çorba ile karşılaştım ve yeniden denemek istedim. Calve ile kıyaslanamayacak kadan iyiydi. Kalorisi düşük ve üstelik çok lezzetli. Hem suni bir lezzet hissi de yaratmıyor ağzınızda.

Gerçek ev yapımı bir çorbayı hiçbir şeye değişmesem de işyerinde çekmecenizde bulunsun derim.


Not: Bu arada Calve'ye de haksızlık olmasın... Köprünün altından çok sular aktı, en yakın zamanda onun da eğer öyle bir ürünü varsa denemek lazım. Mutlaka onlar da geliştirimişlerdir lezzetlerini...

Taze taze: Bu arada uyardılar. Meğer Calve'yi üreten Unilever, Knorr'u satın almış ve sadece Knorr ile yoluna devam ediyormuş. Bilmiyordum, öyle mi? Marka farkındalığı yalan oldu:-))

19 Ocak 2006

Peacocks sağolsun!

Geçtiğimiz hafta birkaç kez alışverişe çıktım. Hem Nişantaşı hem de Cevahir Alışveriş Merkezi’ndeki Peacocks’a uğradım. Bayağı güzel şeyler var. Üstelik beden derdi de yok. XS’den XXL’ye kadar her bedenden yapmışlar. Modeller çok çeşitli, ister klasik isterseniz de spor her şey bulabiliyorsunuz.

Fiyat kısmı da en güzel tarafı bence… Piyasanın bayağı altında satılıyor. 20-30 milyona pantolon, gömlek, ne ararsanız var…

Bir uğrayın derim.

17 Ocak 2006

Dört tür insan!

"Dört tür insan vardır:
1. Bilmeyenler ve bilmediklerini bilmeyenler. Bunlar ahmaktır. Böylelerinden uzak duracaksın.
2. Bilmeyenler fakat bilmediklerini bilenler. Bunlardan iyi öğrenci olur.

3. Bilenler fakat bildiklerini bilmeyenler. Bunlardan çok iyi öğretmen çıkar.
4. Bilenler ve bildiklerini bilenler. Bunların ise peşinden gidilir."

Kimin söylediğini hatırlamıyorum ama Ali Saydam bir yazısında nakletmişti... Hâlâ aklımda!

Şimdi etrafınıza alıcı gözle bir bakın derim...

Gönül Yarası

Geç de olsa izledim. Yavuz Turgul yine inceden inceden döktürmüş. Timuçin Esen'in masada oturup Şener Şen'e karısını anlatırken sergilediği oyunculuğa şapka çıkardım. Olsa da gene izlesem... Meltem Cumbul'u ilk kez burada sevdim. Şener Şen ise hep aynı... Lakin, biraz cepten yemiş gibi geldi bu sefer... Belki de köşeli, kekin uçlu bir karakter olmadığı içindir kimbilir!

Masalsı bir tat bıraktı bende... En son "Terminal"de de böyle hissetmiştim.

Herkesin ellerine sağlık...

14 Ocak 2006

Aman Doktor

Önce röportajını dinledim. TV 8’de, çok sevdiğim programda… Şafak Karaman sunuyor. Magazinden uzak, salt müzikle ilgili, sektörün oyuncuları birer birer programa buyur ediliyorlar. Müziklerini ve kendilerini anlatıyorlar.

Neyse. Orada tanıdım yani albümünü: Candan Erçetin’in Aman Doktoru’nu… Hem CD’si çıkmış, hem de 750 adetten oluşan özel baskısı… İçinde CD’den gayrı bir de parçaların belgesel üslupla anlatıldığı kitapçık var. Çok özenli ve şık bir çalışma. Gittim, aldım… Birkaç gündür onu dinliyorum. Hakikaten de özenli bir çalışma olmuş. Çocukken kargalar korosu tadında böğüre böğüre söylediğimiz şarkıları duyunca bir hoş oldum.

Arşiv/araştırma niteliğindeki bu albümü mutlaka edinin derim. Özel baskısın fiyatı 36 YTL… Dediğim gibi sadece CD olarak da alabiliyorsunuz. Kesenize ve keyfinize göre…

Şehrin Aynaları

Elif Şafak'ın kitabı... Son zamanlarda ilgi duyduğum yazarlardan biri... Hiç yapmadığım birşey yaptım ve birkaç kitabını birarada aldım. Daha önce Araf'ını okumuş ve sevmiştim. Ardından Şehrin Aynaları'nı bitirdim ama nedense pek çekmedi beni içine. Betimlemeler yordu, uzaklaştırdı.

Ya yaşlandıkça yüzeyselleşiyorum ya da tercihlerimin köşeleri belirginleşiyor, kimbilir!

Bu arada şimdi de Bit Palas'a başladım. Hayırlısı...