Analytics

06 Şubat 2006

Koçtaş

Bu hafta bir Koçtaş'a uğrayalım dedik. Bir kere giriş yolunu bulabilmek için epey bir atletizm olayına girmek gerekti. Metro kapısından içeri girdiğinizde, bir 100 metre yürüyüp sonra kapıdan giriyorsunuz. Kapıdan girmek de kolay değil bu arada...

Elinizde paket, torba falan varsa izbandut gibi bir görevli başınıza dikiliyor ve elinizdeki paketi koli bandıyla iyice bantlıyor. Tabi bu durumda Koçtaş'tan çıktığınızda da torbanın içinden kazara birşey almak istediğinizde torbayı hunharca yırtmanız gerekiyor. Daha kafadan potansiyel hırsız konumlandırması da cabası...

İçerisine gelince... Karşı yakadaki Koçtaş'ın ferahlığı ve düzeni yok nedense. İçerisi geniş de olsa yerleşiminden mi nedir herşey üstünüze üstünüze geliyor. Üstelik, raflar çok dağınık. Bu yüzden de çoğu zaman dağınıklıktan aradığınızı bulamıyorsunuz. Tamam, anlıyorum, herkesin peşinden de birisi toplayamaz ama günde en az iki kere de düzenleme yapılabilir.

Bu arada... Birine birşey sormak istediğinizde de epey bir aranmanız gerekiyor. Olanların da telaşını görünce acıyıp sormaktan vazgeçiyorsunuz. Sanırım eleman konusunda epey bir cimri davranılmış.

Ama gene de Avrupa yakasında, üstelik çok merkezi bir yerde böylesine bir yerin açılması çok hoş.

04 Şubat 2006

Little Big

Little Big'den geçtiğimiz ay bir kot almıştım. En fazla dört-beş kez giydim. sonra Beyoğlu'nun çamur derya olduğu günlerden birinde ayağım takıldı, düştüm.

Eve geldim, makinada, yün şampuanıyla ve narin programda yıkadım. Düştüğüm yerde, hiçbir aşınma belirtisi olmamasına rağmen, orası çamaşır suyu dökülmüş gibi bembeyaz kaldı, rengi attı. Önce geri götüreyim istedim, sonra da mantıklı gelmedi nedense... Gitti cânım kot...

Bu kadar da nazik olunmaz ki! Sanki saatlerce yerlerde süründüm...

Manda batar mı batmaz mı?

Bir başka şahsına münhasır yer İstiklal Caddesi'nin kıyısında, Aznavur Pasajı’nı geçince, hemen sağda Barselona Pastanesi’nin yanındaki küçük bir sokak içerisinde…

Dışarıdan baktığınızda aslında çevresindeki hanlara çay-kahve hizmeti veren bir çay ocağı… Sokağa atılmış küçük ama hiç hazzetmediğim plastik tabureler ve sehpalarla ilk bakışta alışılagelmiş salaş sokak kahvelerine benziyor. Amma velâkin tabelayı gördüğünüzde biraz duraksıyorsunuz: Kahve fincanının üzerinde bir manda ve dükkânın ismi: “Manda batmaz, yıl 1967"… Büyük markalar, kurumsal itibar ve marka farkındalığı üzerinde kallavi çalışmalar yapa dursun; bizim kıvrak zekâmızın iyi bir göstergesi olan bir isimle bu kadar akılda kalıcı ve sunulan ürün/hizmetin kalitesine bu kadar iyi atıfta bulunulamazdı.

Mübalağa da edilmemiş üstelik… Manda batar mı batmaz mı bilmiyorum ama bugüne kadar içtiğim tüm kahveler hakikaten de okkalıydı. Benimle birlikte çay içenler de çayın lezzetini anlata anlata bitiremediler. Hele mevsimlerden yazsa, gölgede kalan sokak, sizi doğal air condition ile serinletiyor. Üstelik fiyatlar da ucuz, çok ucuz…

Siz en iyisi beni dinleyin, oradan kendinize şöyle bir köpüklü kahve söyleyin… Şanslıysanız, sokağın karşısındaki müzik dükkânı zevkinize uygun bir şeyler çalar, siz de iyice havaya girersiniz.