Analytics

19 Eylül 2006

Sessizliğin sesi…

13 Temmuz 2005'te bir yerlere yazdığım bir yazı... Okudum, hoşuma gitti. Buyurun siz de nasiplenin...

Kaç gündür buradayım hatırlamıyorum. Saatim ve cep telefonum benden beş bin kilometre uzakta. Bileğim ve ruhum hafiften arınmaya başlamış…

İlkokuldan kalma bir tekerlemeyle günleri sayıyoruz, sayma işlemi uzun sürdükçe seviniyoruz. -Yatağımı, evimi, sokağımı özledim… Külliyen yalan! Aynaya bakıyorum, aslında sadece tenimin rengi değişmiş ama kendime yabancılaşıyorum, yeni beni tanımaya ve anlamaya çalışıyorum. Vücudumdaki tüm kaslar gevşemiş, yüzüm gülüyor…

Sahildeyim, denizde pet şişe avına çıkıyorum ama yemiyor. Uçsuz bucaksız, etrafta kim var, kim yok, arıza çıkar mı gibi fani düşünceleri bir kenara bırakarak kumlara atlıyoruz. Kocaman vücudumun altında kaybolup giden deniz yatağından elimi suya götürüyorum, sonra umarsızca bir hareketle binlerce, yüz binlerce baloncuğun ortasına yuvarlanıyorum. Ağzımda bir boru, nefesimi dinliyorum, altımda kaçışıp duran balıklarla şakalaşıyorum. Kocama daha da âşık oluyorum. Hayat güzel(miş)!

Derken akşam oluyor, cırcır böcekleri sanki daha bir inatçı, etrafta sadece onların sesi duyuluyor. Tek bir korno sesi yok… Ha, arada kızgın denizin sahili dövmesi duyuluyor o kadar. İstanbul’dan yadigâr bir şüpheyle kapımızı kilitliyoruz. İnsanlar tuhaf tuhaf bizi seyrediyor. Suç yok, asık surat yok, sadece gülüşen ve şakalaşan insanlar…

Sahile doğru bir yürüyüş tutturuyoruz, Sağlı sollu sıralanmış ağaçlardan çam ve portakal kokusu bizi sarhoş ediyor, fenerin titrek ışığında yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Tepemizde binlerce, yüz binlerce yıldız… Kimse etrafın neden karanlık olduğu hakkında en ufak bir şikâyette bulunmuyor. Tam tersi, ya daha sonra birinin aklına gelir de aydınlanır diye korkuyoruz. Tek tük konuşmaya çalışıyoruz ama biliyorum ki ikimizin de içinden tek kelime söylemek geçmiyor. Rehavet ve huzur iliklerimize işliyor.


Sessizce sahildeki bir lokantaya oturuyoruz. İnsanlar sessizce gülüyor, kahkaha atıyor. Herkes sessizliğin sesine endekslenmiş bir kere… Bir şeyler ısmarlıyoruz. - Domates bu kadar kırmızı mıydı? -Ya tadı, sanki biraz daha farklı? -Şu fesleğen kokusunu alıyor musun? -Ya şu nanenin tadı nasıl ama?

Gün saymaca gittikçe kısalıyor, tatili ruhumuza ve bavulumuza doldurup dönüş yoluna koyuluyoruz.

Havaalanındayız… İnsanlar bağırıyor, kavga ediyor, uçaklar rötar yapıyor, klaksonlar ötüyor…

Zeytinyağı ve fesleğen yerini kızgın yağ kokusuna bırakıyor. Havalandırma stres üflüyor. Herkes şikâyetçi, geriye kalan tek tanıdık iz tüm vücudumuzu saran sıcak…

Düşünüyorum, en son İstanbul’da ne zaman kendimi böylesine mutlu ve huzurlu hissetmiştim. Biraz bocalıyorum, sonra kulağım vapur düdüğü ve martı sesleri ile çınlamaya başlıyor…


14 Eylül 2006

Araba kullanmak akıl kârı değil vesselâm!

Bizim evin köşesinde taksi durağı vardı, durakta da yeni başlayan bir şoför. Arada rast gelirse şirkete falan onunla giderdik.

İnanılmaz sakin bir yapısı vardı; insana huzur veren ve yolda olduğunu unutturan… Tıngır mıngır, yavaş yavaş araba kullanıyordu. Arada, onun aracı durakta görünce acayip seviniyordum, oh ya bu sabah da rahat rahat işe gideriz diye…

Epeydir görmemiştim, geçenlerde rast geldi, sevinçle kurulduk koltuğa… Daha tam arkamızı yaslamıştık ki ok gibi sokağın köşesinden sinyal minyal vermeden fırladık. Korna sesleri eşliğinde yola koyduk. “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar!” diye ben istifimi hiç bozmadım.

Ardından dikiz aynasından bir göz göze geldik. Baktım bizim şoför efendi gitmiş yerine bir canavar gelmiş. Gözler fıldır fıldır, fer fecir okuyor. Fiko ile şöyle bir bakıştık, tamam bu da kıvama gelmiş diye…

Bizimki yol boyunca anlı şanlı taksi şoförlerimizin yokluğunu hiç aratmadı. Girilecek en küçük bir aralığa girdik, daha lamba yeşile döndü dönecek derken kornalara bastık. Önümüze gelene üç tekme yaptık. Zannedersiniz ki Şişli Etfal’e acile yetiştik.

Sonunda şirketin önünde indik, bir tek bozuk para diyalogu yaşanmadı, onun dışında her şey tamdı. Ruhumuzu koltuklara teslim ettikten sonra, sinirlerimiz alınmış bir şekilde şirkete yollandık.

Antidepresana ve psikiyatrlara alternatif: Taksi şoförlerimiz… Valla onu bunu bilmem, elimde altı yıllık kapı gibi ehliyetim var. Ama bir türlü direksiyonla teşerrüf edemedi garibim. Öyle cüzdanın içinde kuzu gibi yatıyor.

Geçen sene Fiko sürücü kurslarının yolunu tutunca ben de epey bir heveslenmiştim fırsat olmamıştı. Ama şimdi sorsanız, arkama bakmadan kaçarım.

Ehliyetini kapan kendini yollara vuruyor diye kızıyor herkes. Ama insanoğlu da bu mereti nasıl geliştirecek kullanmazsa... Tabi sadece kullanmakla bitmiyor iş, bir de bizim “Türk, öğün, çalış, güven!” şeklindeki zıpkın gibi şoförlerimizin baskılarına nasıl dayanacak? Adamlar hayatın tüm acısını senden çıkarmanın peşinde.

Sürücü kurslarında meğer boş şeyler öğretiyorlarmış bize... Siz, bir tanesini doğru düzgün uygulayanını gördünüz mü İstanbul yollarında? Uygulamaya çalışanı da bezdirip kendilerine benzetiyorlar.

Yol vermek, kırmızıda durmak, önde 10 cm yol varken temkinli davranıp boşluğu doldurmamak, sinyal vermek… Bunlar boş işler… Bas kornaya, yap el kol hareketlerini olsun bitsin. Baktın korna, el kol hareketi ve küfürden anlamıyor, durdur arabayı orta yerde, kap levyeni, Allah Alah diye giriş karşındakine! Oh, be dünya varmış!

Valla, İstanbul’da araba kullanmak akıl kârı değil. Koltukta yolcu olmak hiç değil!

05 Eylül 2006

Onu bunu bilmem, anlamam!

Hiç aklıma bir gün oturup da bir müzik yazısı yazacağım gelmezdi. Nedense, her konuda ahkâm keserim de, müzik dediğiniz zaman bir on metre uzakta dururum.

Ama bu adamları dinleyince, bir kez daha dinleyince, kıvama da gelince kendimi tutamadım. Kolay değil tabi, “en halleri”mi onlarla yaşadım. Serserilik ettim, dans ettim, kavga ettim, sabahladım, dibine kadar içtim, sarhoş oldum, aşık oldum. Dinledim, dinledikçe daha çok sevdim. Ama sadece söylerken; konuştuklarında değil:-))Uzun zamandır yeni albümlerini bekliyordum, nihayet çıktı ve dinledim. İlk başta nefret ettim, acayip hayâl kırıklığı yaşadım. Kızdım, söylendim, kendimi tutamadım, millete de vıdı vıdı yaptım.

Sonra, sonra… Bir sabah yeniden dinlemeye başladım. Sonra, sonra… Dinledim, dinledim, dinledikçe daha da çok sevdim. Ben size yeniden aşık oldum…

Fotoğraf sanatçısı Muammer Yanmaz ile konuşmuştuk bir keresinde, İstanbul’u yorgun ve yaşlı bir kadına benzetmişti. Emin olamamıştım…

Miki fare kulaklarımla onları dinlerken şimdi daha iyi anlıyorum…

O şahsına münhasır! O hafif meşrep, o şımarık, o içinden geldiği gibi, o çekingen, o kendisine dönük, o cömert, o serseri, o limon kolonyası ile ancak yatışan saçlarıyla efendi ama muzip, o salıncakta sallanan sonra da düşüp dizi kanayan çocuğun ağlaması ve gülmesi gibi, o Beyoğlu’nun bol fındıklı çikolatası gibi ya da üstü örselenmiş Zambo çikleti… O kolları kısa gelen kiralık ceket gibi… O ayakları vuran topuklu ayakkabı gibi…

Galiba içine kapanık bir yorum oldu… Ama bugün kulağımda onların müziğini dinlerken, hah İstanbul bu derken, o içinden geldiği gibi yapılan yorumları ve sözleri dinlerken elimden başka türlü yazmak gelmiyor. O hijyenik stüdyo ortamından alınıp efendileştirilen ses kayıtlarından uzak, ses iyi mi kötü mü çıktı kaygısı taşımadan hazırlanan albümü çok sevdim. O hafif pot yapan kumaş misali, amatör politik söylemli “özgürlüğün ülkesi”ni bile gülerek dinledim.

Onu bunu anlamam, ben çok sevdim, eminim İstanbul’u seviyorsanız siz de onları seveceksiniz…

Bol “duman”lı kalın…

Duman'ın albümü: Seni Kendime Sakladım, 2005