Analytics

02 Eylül 2007

Brunch mrunch olayları

Uzun bir uzlet dönemi yaşadıktan sonra geçtiğimiz ay fırsat buldukça kendimi sokaklara attım. Benim gibi homidi gırtlak biri için de gezmek, yemek demektir. Bu süper sosyal durumlarda haftasonu kahvaltıları pek bir gözde idi.

Malumunuz Türk milleti dışarıdan gelen herşeyi pek bir makbul sayar, hasretle kucaklar. Hal böyle olunca da birkaç yıldır bizim şu kallavi kahvaltı yerini brunch olaylarına bıraktı.

Şimdi nereye gitsem bir brunch telaşı ortayı sarmış durumda. Her tarafta açık büfe, hödölü börek hüdülü krep gibi bilumum uyduruk lezzetlerle dolu bir saçmalık. Üstelik gelen herkes de aç kurtlar gibi saldırıp büfeyi talan ediyor. Bizim klasik kahvaltı lezzetleri de bu arada mefta tabii.

Bu yüzden ne zaman bir yere kahvaltı etmeye gitsem, açık büfe denildiğinde koşarak uzaklaşıyorum. Bir kere lezzet lezzete benzemiyor üstelik kahvaltının raconu tembellik de yerini saçını süpürge etmeye bırakıyor. Çay bitti, haydi doldur. Peynir lazım, hadi mekanı tavaf et... Bu böyle sürer gider anlayacağınız.


Sonuçta paranla rezillik bu olsa gerek. Bugüne kadar gittiğim hiçbir brunch'lı mekanda bu kaide bozulmadı. Bozulacağı konusunda en ufak bir ümidim de yok valla.

Tabi bu durum en çok işletmelere yarıyor, unutulmaya...

18 Ağustos 2007

Mis...

1990'larda, şimdikinin aksine Ortaköy'e sık sık bir uğrar, ortamı tavaf ederdik. O zamanlarda müdvaimi olduğumuz bir işkembeci vardı...

Küçücük bir dükkan, birkaç tabure... Duvarlar beyaz fayans... Dükkanın sahibi yaşlı mı yaşlı bir amca idi. Kulağı iyi duymuyordu. Siparişi bağıra çağıra verirdiniz. Yanılmıyorsam ağız da okuyordu.

Sakız gibi bir önlüğüyle mis gibi çorba yapardı. O sıkış pıkış dükkanda halimizden acayip memnun çorbamızı içer kalkardık. Çok da ucuz, cüzi birşeyler öderdik.

Bugün bizim ofisin ordaki köfteciye gittik. Harala gürele arasında detaylara çok da dikkat etmemişim. Beyaz fayans duvarlarını görünce burnumun direği sızladı.

Çorbanın tadı hâlâ damağımda...

16 Ağustos 2007

Bi fotoğraf çekinebilir miyiz?

Mirkelam'ı oldu bitesi çok severim. Sesini, duruşunu, yaptığı müziği falan filan...

Neyse, en son albümünü sürekli dinliyorum sık sık. Dinledikçe daha da bir güzelleşiyor. Bu son albümde vokali daha da bir güçlenmiş gibi geldi. Şarkıların hepsi de sıkı; boş yok.

Albümdeki "Bi fotoğraf çekinebilir miyiz?" şarkısını dinleyince yerimde duramıyorum. hop hop hoplayasım geliyor. Klibi de acayip seviyorum. İnsanın içi açılıyor. Benim gibi karamsar biri bile klibi seyrettikten sonra, "Sevelim sevilelim, hayat güzel!" diye hoplamaya başlıyorsa klipte bir keramet var demek ki!

Tabi, klibin anlatımı da çok etkili bunda. Acayip samimi, düz ve estetik kaygısız. İnsanların "En halimle görünmeyelim diye bol botokslu ve kakalak gibi durmalarından" fenalık gelmişti bana. İyi bir es oldu anlayacağınız...

Bu arada olayı abartıyor, ah o klipte ben de olsaydım diyorum...

Dinleyin, seyredin, eğlenin efenim...

Kız iPod'u

İki hafta falan önceydi. Uzun zamandır aklımdaydı, nihayet bir cesaret girdim Apple dükkanının içine, kaptım iPod'u... Fosfırik pembe... Tam kız işi... Bundan bir sene öncesinde alsaydım gider en cool olanı, siyahını alırdım. Yaşlandıkça 'Aysel Gürel'leşiyor muyum ne? Olsun valla, baktıkça gözüm gönlüm açılıyor.

Takıyorum kulaklığı, dünyadan kopuyorum. Birine mi sinirleniyorum; açıyorum Metallica'nın Franctic'ini, bas bas dinliyorum. sinim minir kalmıyor vallahi. Bu küçücük kutunun beni böyle iyi edeceğini hiç düşünmezdim. Çok sevdim valla.

Bazı şarkıların sözlerini de yükledi cihaza aşkım, şimdi dinlerken sözlerini kaçırdığım yabancı şarkıları daha iyi bir anlıyorum. Arada da akşamları böğüre böğüre konser veriyorum:-))


Bu arada en kısa sürede apple.com'u da girip bir kurcalayacağım, bakayım işe yarar başka şeyler var mı?

Logosu da çok güzel ya...

13 Ağustos 2007

Gözleri öyle güzeldi ki!!!

Valla itiraf ediyorum, öve öve bitirilmeyen İstanbul Modern’e daha gitmedim. Tamam, kabul ediyorum; ben kör kütük cahilin tekiyim. Daha komiği de müzesine değil de ilk önce butiğine gitmem. Neyse oldu bir kere…

Kanyon'un hemen giriş katında, küçük bir butik burası. Müzede sergilenen eserlerden yola çıkılarak ya da özel olarak sadece butik için üretilen birbirinden ilginç ürünler satılıyor burada…

Not defterleri ve kalem kutularından tutun da çerçevelenmiş resimlerden puzzle, takı, t-shirt ve yastıklara kadar birçok şey var. İçeri bir girdin mi bir türlü çıkamıyorsun. Hem çok çeşit var, hem de inanılmaz özenli ve kaliteli üretilmiş. Ama fiyatlar da o oranda pahalı, ya da benim için pahalıydı. Dayanamadım, en azından birkaç şık kartpostal aldım.

Nuri İyem’in bir tablosu -umarım doğru hatırlıyorumdur- beni yerime mıhladı ama pahalı geldiği için alamadım. off yaa sanat neden bu kadar pahalı! Tamam, yıllardır sürgelen geyiğe girmek istemiyorum ama benim gibi ortadirek biri de çok beğendiği bir tabloyu da alabilmeli yahu. Üstelik bahsettiğim de reprodüksiyon, orijinalinin yanından bile geçemem biliyorum.

Ama o tablodaki kızın gözlerini ve hüznünü unutamıyorum, öyle güzeldi ki… Tıpkı Buket Uzuner’ın yeni kitabında bahsettiği dünyanın en hüzünlü bakan gözleri gibi…

Ama belki bir gün… Kimbilir…

Zortlatan lezzet…

Geçtiğimiz hafta Kanyon’daki num num’a gittim. Yanılmıyorsam önce g-mall’da bir şubesi açılmıştı. Uzun zamandır herkes söyleyip duruyordu, ama bir türlü fırsatım olmamıştı. Nihayet bir uğradım, yedim-içtim.

Bir kere akşam saatlari olduğu için inanılmaz kalabalıktı ve tüm yerler doluydu. Allah’tan kapıdaki hostesler birkaç dakikalığına bekletiyorlar ve sizi boşalan bir masaya hemen buyur ediyor.

Yemek menüsü çok zengin, sayfalar dolusu seçeneklerden seçim yapmak için epey bir zorlanıyorsunuz. Et yemeyen de, rejim yapan da kendisi için muhakkak lezzetli birşeyler bulur. Ben burger tarzı birşeyler istedim, aşkım da pizza…

Bir on-onbeş dakika sonra siparişler geldi. Ama bir menüyle en az iki kişi rahatlıkla doyar. Ben “burgerin eti çok pişsin” demiştim, aynen dediğim gibi geldi. Üstelik standart burgerlerdeki gibi yapay bir tat yoktu, sanki evde pişirmiştik. Yanında coleslow salatası ve bir sepet dolusu patatets kızartması geldi.

Durum, benim gibi bir oburu bile aştı ve yemeği bitiremedim. Aşkım pizzası ise inanılmaz ince bir hamurla bol malzemeli olarak servis edildi. Biraz acı olduğu için bir şey anlamadım, en kısa sürede gidip bu kez de acısız bir pizza yiyeceğim. Benim gibi ince hamur sevenler için önerilir.

Valla tıka-basa doyup kalktık. Fiyatler da lezzete göre gayet mantıklıydı, iki kişi 40 küsür ödedik. O kadar doydum ki tatlı olayına giremedim. Aklım kalmadı dersem yalan olur.

Mutlaka bir uğrayın derim.

12 Ağustos 2007

Böyle Kahpedir Dünya

Bu aralar sık sık Gripin dinliyorum. "Böyle Kahpedir Dünya"sı, grubun adı gibi, ağrımı-sızımı alıyor valla.

i-pod'u asıyorum boynuma, o gudubet sesimle resmen böğürüyorum. Şarkının adı öyle dolu dolu çıkıyor ki ağzımdan, ben bile şaşırıyorum.

Albüm genel olarak çok iyi, yer yer popülerlik kaygıları hissedilse de insanı alıp bir yerlere götürüyor.

Bol bol tavsiye...

31 Temmuz 2007

Şaka gibiyiz ya...


Belki İstanbul sokaklarında ya da haberlerde bir yerlerde gözünüze çalınmıştır. Şu aralar İstanbul’un bazı sokaklarında rengârenk inekler mö’lüyor. Sanatla, sokaktaki insanın bütünleşmesi amaçlanan etkinlik kapsamında inek heykelleri, farklı sanatçılar tarafından tasarlanmış, allanmış pullanmış. O kadar tatlı görünüyorlar ki!


Neyse… Bu etkinliğin bir ayağı da Eskişehir’de düzenleniyormuş. Bir arkadaşın yalancısıyım. Eskişehir’de insanlar, heykel, sanat manat anlamam diyip, ineklerin üzerine çıkıp fotoğraf çektiriyorlarmış.


Ha; ha, ha… Al sana bütünleşme…

Develi Kebap

Samatya ve hele hele Develi'nin benim için ayrı bir anlamı vardır... Temeli bir beş yıl öncesine dayanır... Bundan dört yıl önce de Samatya’daki meşhur Develi Kabap hakkında bir yazı yazmıştım. Bu Pazar yine o taraflardan geçerken uğradık. Sonra yazımı buldum, tekrar okudum falan filan...


Develi eski Develi… Ama sanki biraz, tıpkı Güney’deki otellerin makûs tarihinde olduğu gibi, butik olmayı unutup fabrika konseptine dönmüş.
Saat 17.00 gibi oradaydık, etraf yavaştan yavaşa hareketleniyordu. Bahçe kısmında müşteri başına neredeyse 1 garson düşüyordu:-))) Çoğu zaman garsonlardan deniz manzarasını görmek imkânsızlaşıyordu. Ama yine mutedil, yine kaliteli devam ediyor anlaşılan… Daha önce garsonlar daha ilgiliydi, tavsiyelerde bulunuyor, sizi yönlendiriyordu. Bizim masaya bakanlarsa direkt göz teması bile kurmadan, ne istiyorsak onu masaya koydu gitti.

Yedik, içtik, yarabbi şükür dedik ve eve yollandık.

Bu arada Samatya meydanında otomobiller park edemiyor. Bir 100 m ileride, sahildeki işpark’a bırakıyorsunuz. Haberiniz ola…

Demin bahsettiğim yazı da aşağıda… Afiyetler olsun efenim…


------------------------------------------------------------------

Parmaklara dikkat!
13.05.2003

Bazı restoranlar vardır. Günlerce kapısından girip masaya şöyle bir kurulup tıka basa doymayı hayal edersiniz. Hatta bu emelinizi gerçekleştirdikten sonra da 'Neden şöyle tadını çıkara çıkara yemedim!' diye de hayıflanırsınız. Ama yemekler de gözünüzün önünden bir türlü gitmez. Ve aynı mekâna bir kez daha gittiğinizde sanki arkanızdan kovalayan varmış gibi hunharca yemeğe devam edersiniz.

Gerçi bu restoranların sayısı şu İstanbul’da bir elin parmağını geçmez kanımca. O yüzden de yol yakınken size adeta Samatya’nın sembolü olmuş lezzet klasiği Develi Kebap’tan bahsetmeyi kendime bir görev sayıyorum.

Samatya, tarihi dokunun hâlâ inatla bozulmadan kendisini muhafaza ettiği nadir semtlerinden biri. 90 yıldan bu yana dimdik ayakta duran Develi de Samatya’nın en yakın dostlarından biri... Zaten ister yayan, ister otomobilinizle gelin, Samatya Meydanı’nın o eski İstanbul havası sizi hemen etkisi altına alıyor. Kapıdan adımınızı attığınızda da bambaşka bir dünya karşılıyor sizi... İlk gittiğimde 4-5 katlık bu kocaman kebap salonunun nasıl dolacağını düşünmedim değil. Çünkü Samatya aslında o kadar da merkezi değil. Gerçi gittiğimde saat 19.00 gibi idi. Ve saat 20.00’ye doğru bu beş katlı devasa restoranın her katı neredeyse tıklım tıklım doluydu. Demek İstanbullular ağzının tadını iyi biliyor.

Neyse... Şanslıysanız ya da daha önce rezervasyon yaptırdıysanız, muhteşem deniz manzarasına hakim bir masada oturabilirsiniz. Ama iddia ediyorum ki yemekler bir bir arz-ı endam etmeye başlayınca manzarayı falan gözünüz görmüyor.

Şu Gavurdağı Salatası yok mu? Masaya oturmanızdan birkaç dakika sonra gelen meze ve başlangıç tepsisini dikkatle incelemenizi öneririm. Zira Gaziantep mutfağını temsil eden tüm lezzetler burada yer alıyor. Özellikle içli köfte, fındık lahmacun ve kuru patlıcan ile yapılmış dolmayı tavsiye ederim. Ama dikkat, sürekli servis edilen sıcacık pofuduk ekmeklerle gelen tulum peyniri-tereyağı ikilisi ile karnınızı doyurmayın. Hatta eş zamanlı ısmarlayabileceğiniz Gavurdağı Salatası da işin bir başka boyutu... Belki biraz abartılı ya da tam tersi Develi’ye haksızlık olabilir ama Develi’nin üstünlüğü bence Gavurdağ Salatası ile kendini gösteriyor. Bugün, nereye gitsem Develi’nin o salatasındaki ustalığını hiçbir yerde bulamıyorum. Öncelikle sızma zeytinyağı ile oldukça yoğun bir kıvama sahip olan nar ekşisinin uyumundan mı başlayayım, yoksa tüm salata malzemesinin arasından cömertçe ve üstelik iri iri doğranmış cevaz parçalarının damağınızda bıraktığı o haz duygusundan mı? Açıkçası söylenecek pek bir şey yok... Zira, iddia ediyorum ki İstanbul’da bu anlamda emsali yok.

Ara sıcak olarak güveç kabından pişirilmiş özel Antep Peyniri’ni önerebilirim. Tadımlık olarak ikram edilen bu peynir, erimiş ve kızartılmış olarak masanıza geliyor. Oldukça enteresan bir tadı var. Yöresel yemeklere merakı olanlara duyurulur. Hemen arkasından da pastırmalı humus ısmarlayabilirsiniz. Açıkçası tereyağı, kırmızıbiberle servis edilen humusa pastırmanın çok yakıştığını düşünüyorum.
Gerçek et ziyafetine hazır mısınız?Böylesine bir lezzet şöleninin ardından tatlı finali için direkt seçiminiz künefe olabilir. Ama Develi’nin özel spesiyalleri arasında yer alan ceviz tatlısı da gerçekten denemeye değer. Çiğ cevizden yapılan ve kaymakla birlikte servis edilen bu çok özel tat, özellikle hafif ama doyurucu bir lezzetten yana olanlar için ideal. Farklı lezzetler peşinde olanlara duyurulur.
Fazla söze hacet yok... Bir İstanbul klasiği olan Develi, doksan küsur yıldır bu başarısını artırarak devam ediyor. Hâlâ Develi’yi görmediyseniz ve Samatya’nın o tarihi dokusunu bir türlü içinize çekemediyseniz, bundan iyi fırsat olmaz derim. Bu arada parmaklarınıza dikkat etmeyi de unutmayın!

Not: Develi’de tüm kredi kartları geçiyor. Beş katlı muazzam büyük bir restoran olmasına rağmen günü hemen her saati oldukça kalabalık. Bu yüzden rezervasyon yaptırmanızı öneririm. Gece 24.00’e kadar açık olan mekânda içki servisi de yapılıyor. Yaz aylarında açılan büyük terasın da manzarasına doyum olmuyor.


Adres: Gümüşyüzük Sok. No: 7, Samatya-İstanbul
Tel: +90 212 529 08 33/34


13 Mart 2007

Afiyetler olsun!

Sirkeci’de, birkaç giriş kapısı birden olan Konyalı Restoran’ı İstanbullu hemen herkes bilir. Ben de belki bir on yıldır gitmiyordum, geçenlerde bir uğradık.

Mekân, aynı mekân. Self servis, uzun tezgâhın üzerinden geçerken beğendiğiniz yemeği alıyor, masanıza oturuyorsunuz. Biz Cumartesi 12.00 gibi gittik. Gene her zamanki gibi klasik Türk mutfağından abartısız, ama lezzetli yemekler vardı. Ayıptır söylemesi, 1.5 porsiyon pilavüstü döner, bir porsiyon rosto ve ortaya közlenmiş patlıcan salatası aldık. 30 küsür YTL ödedik. Tamam lezzet falan yerinde ama yine de biraz pahalı buldum ya da pintiliğim tuttu. Bir de keşke köklü geçmişi dekorasyona da yansısa, yani orijinalliğini korusa diye düşündüm.

Oradaki herkes mekanın duvarında asılı bulunan tabelada yazan kuruluş tarihine takılmıştı: 1867… Dile kolay, tam 140 yıl... Babadan oğula geçen bir hukümdarlık gibi. Yemeğimizi yerken, belli ki oranın sahibi diye tahmin ettiğim, yaşını hayli almış bir bey, iki garsonun kolları arasında mekânın arka tarafına doğru gidiyordu, geçerken çok zarif ve samimi bir şekilde “Afiyetler olsun” dedi. Çok hoşuma gitti. Uzun zamandır, bu tür yerlerde duymadığım bir şey. Hoşuma gitti.

Oralara yolunuz düşerse, hödö soslu tavuk, büdü soslu salata yemektense mutlaka bir deneyin derim.

Tarlabaşı’nda bir tabela…

Dolapdere’den Mobilyacılar Sitesi’ne sapıyorsunuz. Kıvrımlı yokuşu tırmanıp Tarlabaşı’na doğru çıkarken hemen sağdaki sokaklardan birinde, bir tabela: Karanlık Bakkal

İnsanın orada durup bakkala gidesi geliyor. Aslında ne kadar ters, ne kadar da arıza bir isim… Ama akılda kalıyor, neden konmuş bu isim diye merak ettiriyor.

28 Şubat 2007

Hazzo Pulo

Havadan mıdır nedir, durup dururken orası geldi aklıma… Öyle güneşli hava meraklısı değilimdir. Hatta çoğu zaman yağmurlu ve kasvetli havaları daha çok severim.

Birisi söylemişti: “Yağmurlu havayı sevmem, seveni de sevmem!”. Allahtan adamı çok sevmiyordum da yırttım. Demek doğu söylemiş:-)

Bugün çağrışımlar günü galiba… Hava soğuk ve yağmurlu burada. “Beklenen yağmur” geyiklerinin döndüğü bugünlerde insanları tatmin etmeyen bir yağış var, sprey gibi, ıslatayım ıslatmayayım mı diye karar veremiyor. İnsanların yazın susuz kalacağız diye paniklediği haftalarda İSKİ Müdürü çıkıp bunun mümkün olmayacağını söyleyip böbürlene böbürlene tesisleri göstermişti. İnşallah çernobil durumlarına benzemez de susuz kalmayız buralarda…


Çenem düştü, tamam kesiyorum. Diyeceğim o ki, İstiklal Caddesi’nde Galatasaray Lisesi’ni geçtikten sonra hemen sağda bir geçit pasajı vardır. Madam Katya’nın şapka dükkânı, çantacılar, incik boncukçular ve tuhafiye ürünleri satan mini mini dükkanların olduğu pasaj hani… Arkadan da Tepebaşı Caddesi’ne çıkar. Hah tam orası işte! Adı yanılmıyorsam, “Hazzo Pulo Pasajı” idi sanırım. İstiklal Caddesi’nde arnavut taşlı kalabilen yegâne yer belki de… O güzelim taşlar caddeden söküldü ya, yanarım yanarım…

Ne diyordum? Efendim, hava güzelken, sabah erken gazetenizi, kitabını topluyorsunuz, pasajın ortasında sizi hazır ve nâzır bekleyen taburelerden birine oturuyorsunuz. Şöyle demli çayınızı yudumluyor; derin bir oh çekiyorsunuz. Kalkmaya yakın da üstüne kallavi bir Türk Kahvesi içiyorunuz. Fiyatlar da çay ocağı hesabı olduğu için çıkarken de cüzdanı masada bırakmıyorsunuz. İstiklal’in nadir tenha biri köşesini bulmanın verdiği huzurla da evinizea yollanıyorsunuz. Ben birkaç kez gittim ve çok iyi geldi.

Bu arada çok zaman da kaybetmeyin derim. Oradaki kıyıda köşede kalmış naif dükkânlar birbir kapanıp yerine bir yığın dükkan açılacak gibi görünüyor. Eminim ki orası da bir süre sonra bekâretini yitirecek. Ne de olsa keşfidildi.

Yol yakınken bir uğrayın derim.

Pasajda yer alan restoranların birinde pasaj ile ilgili bilgilere rast geldim. Belki ilginizi çeker.
Tıklayın

21 Şubat 2007

İkea

Geçen Pazar İkea’ya gittik. Çalışma odası tam bir harabe gibi, insanı oturup çalışası gelmiyor. Çalışma masası, kütüphane falan baktık.

Fiyatlar çok da uygun değil; ortalama açıkçası. Kaliteleri de sorgulanır, pek içime sinmedi. “Eh, idare eder” değdiğimiz bir ürünün ödeme koşullarını öğrenmek istedik. Az gittik, uz gittik sonunda soracak birini bulduk! Sadece Maksimum karta üç taksit yapılıyormuş, 1000 YTL’nin üzerindeki rakamlar içinse 5 taksit. Diğer banka kartlarına ise vade farkı alıyorlarmış.

Tamam da bu "exclusive", tek bir markaya özel ayrıcalık durumu da abartılmaya başlandı canım. Sektördeki tüm ürünler bilmem ne kadar vade farksız taksit olaylarında birbirleriyle yarışırken bu ne güven! Üstelik çok ucuz olur ya da kaçırılmayacak bir rakam sunarsın da anlarım. Hem ortalama bir fiyat ödeyeceğim, hem farklı bir kartım var diye cezalandırılacağım, hem ürüne arabaya sığmayacağı için nakliye ücreti ödeyeceğim, hem de saatlerce monte etmeye uğraşacağım.

Benim aklım almadı valla, alan varsa beri gelsin…

Helena Rubinstein

Helena Rubinstein’in bir rimelini aldım geçenlerde. Aslında Lancome alacaktım ama satıcı çocuk o kadar güzel beni yönlendirdi ki hiç tereddüt etmeden hemen vazgeçiverdim.

Amma velakin; hiç memnun kalmadım. Rimeli sürdüm mü, sürmedim mi belli bile olmuyor. Neredeyse ben rimel kullanmayı bilmiyorum derim. Aldığım yere tam güvenmesem, bu sahte derim.

Fırçası falan alengirli değil, rahat ama kirpiklerimde istenilen etkiyi vermiyor. Kirpikleri vurgulamak için birkaç kat sürmen gerekiyor, o zaman da kirpikler kaskatı kesiliyor.

Valla verdiğim paraya pişman oldum.

20 Şubat 2007

Sünger

Sünger gibi tüm enerjimi söküp alıyorlar... En keyifli, en eğlenceli işi bile, mık gık yapıp bok ediyorlar. Sorsan hepsi mutsuz, hepsinin gözü yükseklerde... Üniversite bitirince adam olduklarını sanıp yaptıkları işi beğenmiyorlar.

Yaptın mı yaptım, tek dert bu... Ama akşam olunca üzerinde giydiği t-shirt'in içinde ancak bir mikroskopla görünebilecek uyumsuz bir renge takılıp kahrolmayı biliyorlar. Aklılları fikirleri eğlence, parti, sevgili bulmak, en halleriyle ortalarda salınmak.

Türkiye ne durumda? Yaptığım işi daha iyi nasıl yapabilirim, umurlarında değil. Varsa yoksa geyik... Bol bol da mızmızlanma...

Her sabah saat 10.00'da kaçıp gidesim geliyor işyerinden... Emiyorlar tüm isteğimi, şevkimi...

Onlar kim mi, bakın şöyle bir sağınıza solunuza, en az on tane görürsünüz.

16 Şubat 2007

Fasulye

Canım ne gazeteye bakmak istiyor ne de televizyon izlemek... Her taraf cinayet, hırsızlık, işkence, tecavüz haberleriyle dolu.

Sokağa bile korkarak çıkar oldum. Paronayadan bir sağa, bir sola, bir öne, bir arkaya derken gezmeni tadını bile unuttum.

Hatırlıyorum da eskiden bir bardan çıkıp yalpalaya eve doğru sakin adımlarla dönebilirdik. Çocuklar sokakta gönüllerince oynayabilirdi. Herkes birbirini öcü görmüş gibi süzmezdi.

Filmlerde gördüğümüz vahşet ve kötülük sahneleri bize bu kadar yakın olmamıştı.

Biz daha şanslıydık, şimdiki çocuklara bakıp üzülüyorum, evden okula, bilgisayar başında pamukta büyüyen fasulye gibi büyüyüp gidiyorlar işte...

Hepimiz sinirlerimiz, duygularımız ve en önemlisi de vicdanımız alınmış yaratıklar gibi ortalarda salınıp duruyoruz.

Yazık…

07 Şubat 2007

Kirli Para

Kirli Para filmini DVD’den izledim. Al Pacino ismini hangi filmde görsem tüm müşkülpesentliğim gidiyor ve bodoslama izlemeye başlıyorum.

Her ne kadar film kötü de olsa adamın mimiklerini, gözlerini ve sesini izlemek yetiyor bana; filmin de tüm vasatlığını unutuyorum bir anda… Kirli Para da işte öyle bir filmdi. Klasik ve sonunu daha baştan belli eden, bol klişilerle donatılmış vasat altı bir film…

Pacino’nun oyunculuk hünerini bile göstermesi gerekmemiş; cepten harcamış. Ama yine de adamı seyretmek herşeyi unutturuyor vallahi, billahi…

02 Şubat 2007

gittigidiyor gidiyor!

gittigidiyor’u ilk çakışından bu yana sıkı bir şekilde takip ederim. Hâlâ da eskisi gibi bir bağlılık hissetmesem de birkaç günde bir girip bakarım.

Eskiden sitenin kendine has bir duruşu vardı. Hakikaten de ikinci el ürünler sahipleri tarafından satılıyordu. Acayip orijinal parçalar, işe yarar eşyalar uygun fiyatlarla alıcılarla buluşuyordu. O dönemlerde parasız da olsam birkaç parça şey almışlığım da vardır.

Şimdi bakıyorum da gittigidiyor’un diğer alışveriş sitelerinden hiç farkı yok. Profesyonel satıcılar, toptancılar, birmilyoncular siteyi işgal etmiş. Aynı satıcının ürünü yüzlerce kez listeleniyor. Orijinal mi olduğu belli olmayan yabancı ürünler ha babam alt alta duruyor. Arada tek tük insan, hakikaten de kendi ürününü satmaya çalışıyor. Hal böyle olunca da olayın hiç tadı kalmıyor. Tipik bir satış sitesine döndüğü için de insan paldır küldür siteyi terketmek zorunda kalıyor.

Tabi bu sonradan geliştirilmiş bir satış stratejisi olabilir, diyecek bir şey yok. Ama ürün ya da hizmet, marka vaadini ve ruhunu korumak zorunda. Öbür türlü hiçbir farklılığı kalmaz ve müşterisini kaybeder. Tıpkı benim gibi…

Terastaki havlu

Cahilâne (böyle bir kelime var mı acaba, yoksa da kullanacağım, hoşuma gitti) bir ukalalıkla "Şiir sevmem!" derim, üstüne de bol mimikli atar tutarım. Hele hele birinin şiiir okuduğu sıralarda o cenaplardaysam, ronta çıkmış okuma bayramı çocuğu gibi ezilir büzülür ve koşarak uzaklaşırım.

Yaşlanıyor muyum nedir, bir süredir kimi dizeler içimi sızlatmaya başladı. Hele hele şu şiir var ya adamı dinden imandan çıkarır. Bilmiyorum, ben çok seviyorum, okudukça okuyasım geliyor.

Paylaşmak istedim...

Terastaki havlu
Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda. Akşamüzerleri karşılaşıyorduk, ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma. Aynı terasta yan yana kuruyordu çamaşırlarımız, bu ürpertiyordu beni; acemi, tutuk bir kaç sözcük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk günbatımını, bu da ürpertiyordu beni. Işığın azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine.
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda.

Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu.
Pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. İkimiz de yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında.
Oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler.
Birbirinden kamaşmaya başlamıştı tenlerimiz dokunmasan da yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü aramızdaki çekim.
Tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara.
O akşam terastaydık gene. Gün çoktan batmıştı. Çamaşırlar asılıydı uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları. Nedense her zamankinden başka bakıyordun bana.
Sonra usulca dedin ki:
'İlk kez bir erkeğin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde.'
Benim için yaz başlamıştı.
'Dokun öyleyse,' dedim.
Sustun. Uzun uzun baktık birbirimize. Kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde. Sonra hiçbirşey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. Saatlerce orada, gecede ve o terasta kaldım.
Sabah uyandığımda odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin baktım. Yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgârda.
Bir daha hiç rastlamadım sana, hirbir yerde hiçbir yazda. Düşünüyorum aradan tam on üç yıl geçmiş. On üç yıl önce içinde uyanan isteğin anısı saklı duruyor mu sende?
Birden adını hatırlamadığımı farkettim bu şiiri yazarken, ama terasta çırpınan havlunun rengi hâlâ gözlerimin önünde.
On üç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde neden ansızın aklıma düştüğünü sordum kendi kendime. Sonra anladım: Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde.
08.05.1992

Murathan Mungan, Yaz Bitmeden

28 Ocak 2007

...

Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.
Fuzuli

Blue…

Blue’yu seyrettim geçen hafta… Krzysztof Kieslowski’nin hani, üçlemenin ilkiydi galiba. Bir acayip oldum…


İlk seyrettiğimde 20’li yaşlarımdaydım. Nasıl da heyacanla koşmuştum sinemaya. Nasıl da soluksuz seyretmiştim… Her detayı, her anı büyük bir heyecanla hafızama hapsetmeye çalışmıştım. Çıktığımda da uzun süre etkisini kaybetmemişti üzerimde. Günlerce konuşmuştuk arkaddaşlarımla… Sekans sekans gizli şifrelerini çözmeye çalışıyorduk.

Bilmiyorum, tekrar seyrettiğimde hiçbirşey hissetmedim. Öylesine sıradan geldri ki herşey bana… Öylesine basite indirgedi ki beynim herşeyi… Sevmedim kendimi.

Büyüdükçe duyarsızlaşıyor mu insan herşeye? Daha bir snop mu oluyor etrafına, hayat?


Çocukluğun verdiği naiflikle, daha mı özgür oluyor insan? Daha çok mu heyecanlanıyorsun herşeye?

Öğretilenlerin ve öğrendiklerin senin toplamınsa eğer, bende iş bitmiş o zaman…

Off ya…



09 Ocak 2007

Sessiz ve derinden…

Daha önce birkaç kez es kaza şarkılarına denk gelmiştim. Sade, naif ve insana huzur veren haliyle dikkatimi çekmişti. Sonra unuttum…

Bu cumartesi, gündüz vakti, Açık Radyo’da Naim Dilmener’in programına denk geldim. 2006’da çıkan, en beğendiği albümleri sıralıyordu. Başköşeye de Pinhani’yi oturttu. Ardından Pinhani’nin vokalisti Sinan Kaynakçı bağlandı telefonla…

5 Ocak’taki konserlerinden laf açıldı. Dilmener, “Nasıldı?” diye sordu. Cevap ilginçti: “Bu kez değişik şeyler de çaldık, beğenmeyen, memnun kalmayanlar da olmuştur.” Akın Edes’in gruplarına ve müziklerine çok katkısı olduğunu, onsuz çaldıkları zaman eksik kaldıklarını söyledi. Çok hoşuma gitti.

Bunun üzerine de Dilmener, “Fazla mütevazı olmayın, inanırlar” sözünü hatırlattı.

Ben katılmıyorum, bu grup, müziğini bu kadar rahat ve içten şekilde eleştiriyorsa, bir süre sonra önlerinde kimse duramaz. Hayatta da zaten bu böyle değil mi? Kompleksimizden, kendimizden bile korktuğumuz için ne yaptığımız işler bir halta benziyor, ne de bir arpa boyu yol gidemiyoruz. Tek bildiğimiz işi elimizin ucuyla tutmak ve sürekli vıdı vıdı şikâyet etmek…

Bence çok doğru yoldalar… Aynen devam…

Not: Şu anda “İstanbul’da” çalıyor… Tavsiye ederim.

08 Ocak 2007

Ege Rum Meyhanesi

Geçenlerde yılbaşı öncesi Ege Rum Meyhanesi’ne gittim. “Memnun kaldın mı?” diye soracak olursanız “eh meh, idare eder” derim ama manzarasına gelince de "Bir durup düşüneyim" derim, başka bir şey de demem.

Mekân, Karaköy Bankalar Caddesi’nde, Galata Residence Apart Hotel’in teras katında. Gitmeden önce sitesine bakmıştım ve epey bir iştahım açılmıştı. “Fesleğenli Girit Kabağı”, “gumbilya favası”, “kıtır kabak” gibi lezzetleri görünce de “Oh be!” demiştim.

Neyse, Beyoğlu’ndan başlayan, Tünel, Yüksek Kaldırım ve Galata ekseninde devam eden bir yürüyüşün ardından dik bir merdiveni oflaya puflaya tırmandık ve saat 20.00 civarında meyhaneye ulaştık. Mekâna gelen misafirlerin sayısı fazla olduğu için iki kişilik asansör elbette yeterli geldi. Tabana kuvvet, nihayet terasa ulaştık.

Daha kapıdan girer girmez leb-i derya bir manzara bizi karşıladı. Özellikle de hava karamış olduğu için Tarihi Yarımada’ya kadar uzanan geniş bir perspektife sahip manzara inanılmazdı. İnsanın yemeği ve içmeyi unutup manzarayı seyredesi geliyordu. Ortam son derece sade, ahşap ve şatafattan uzak, hatta hafif salaş. Mekanda tuvaletler çok temiz ama paralı, "gönlünden ne koparsa hesabı" var anlayacağınız.

Neyse yavaş yavaş kıvama gelindi ve Fedon’a benzeyen bir solisti olan grup sahneye çıktı. Rum ve Türk müzikleri derken gece olgunlaştı. Biz fiks mönü aldık, bilemiyorum a la carte uygulamaları var mı? Ama masalara konulan serpme mezelerin kalitesini pek beğenmedim. Oldum olası da sevmem zaten bu tür uygulamaları… Sonradan gelen kıtır kabak da tam bir hayal kırıklığı oldu ya neyse. Sonrasında gece balıkla devam etti. Zaten birkaç dubleden sonra insanın yemek memek gözü görmüyor.

Gecenin ilerleyen dakikalarında mekânda eğlenen iki müşteri arasında çok kısa süren kavga çıkınca keyifli ortam tuz-buz oldu. Sonradan öğrendiğime göre işletmeciler, beş yıl boyunca ilk kez böyle bir durumla karşılaştıklarını söylediler. İşletme belli ki bu tür durumlara hiç alışık değil. Zira daha kavga başlar başlamaz, sahnedeki grup çalmaya-söylemeye devam edip eğlenceyi eski kıvamına sokmak yerine bir anda gözden kayboldu. Bu yüzden de eğlence biraz pat diye bitti. Biz bu tür durumlara alışık bir milletin evladı olarak yine de geceyi keyifli tamamladık.

Ama benim böyle bir manzarası ve ortamı olan bir mekânım olsa yeri –göğü inletirdim demeden de edemiyor insan…

Açıkçası, "yemek bahane, manzarası şahane" bir yer arıyorsanız, Rum ezgilerini de seviyorsanız gidin derim…

Yol hikâyeleri

  • Kendinizi aşağıya doğru salmadan önce mutlaka Tünel Meydanı'nda bir kahve molası verin. Benim favorilerim KV ve Kaffeehaus (özellikle camdan kenarında oturup meydanı dikizlemek nefis).
  • Karaköy'e İstiklal'den doğru yürüyerek gidecekseniz, geç saate kalmayın. Yüksekkaldırım'ın ortalarından sonra yol pek tekin olmuyor.
  • Galata Meydanı'na doğru birkaç küçük kafe gördüm. Lokal havasında, sevimli görünüyorlardı.
  • Yol üzerinde bulunan Galata Mevlevihanesi'ne de en kısa zamanda mutlaka uğramalı.
Tel: 0212 243 96 06

06 Ocak 2007

Hatırla Sevgili

Hatırla Sevgili, Cuma akşamları 22.00'da ATV'de yayınlanıyor. Uzun zamandır bir dizi beni kendisine böyle bağlamadı...


Belki rastlamışsınızdır bir zaman. Bir aralar Salı akşamı yayınlanıyordu. Binbir Gece'nin karşısında dayanamayınca Salı'dan Cuma'ya alındı.

Gerçi bunlar beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor. Yani gerçek hayat tarafı...

Menderes dönemi, o dönemin atmosferi, sosyal yaşamı, kıyafetler, dekorasyon öyle özenli tasarlanmış ki! Büyükada çekimlerinde, küçük bir sahnede palmiye'yi bile unutmamışlar. Ağaçtan değil, tatlı kıtıraktan bahsediyorum:-)

Umarım reytinglere yenik düşmez de yayından kalkmaz.

Tomris Giritlioğu ve ekibinin eline sağlık.

Not: O dönemin yer mozakleri bile o kadar güzel ki! Hazır retro tasarımlar bu kadar revaçta iken yeniden üretseler ya!

05 Ocak 2007

Starbucks…

Ciddi bir kahve manyağı olduğum söylenebilir. Evde ekipman tam olunca ya Starbucks’tan ya da Gloria’nın çekirdek kahvelerini bol bol tüketiyorum.

Dün Beyoğlu’nda yeni açılan Starbucks’a gittim. Odakule’ye gelmeden hemen önce…

Sigara içenler her zamanki gibi atıl bir şekilde dışarıya atılmış. İçi izmarit dolu adi kül tablalaları ve leş gibi masalar… İçerinin steril havasından eser yok. “Madem sigara içiyorsunuz, alın size” durumları anlayacağınız… Üstelik sigara-kahve gibi ayrılmaz bir ikili durumları varken…

Tamam, sigara içmeyenleri rahatsız etmemek adına ayırın ortamları, buna diyeceğim yok. Ama diğer insanlara da bu kadar ikinci sınıf muamelesi de yapılmamalı canım. Bu soğukta insanlar küçücük sobalarla ısıtmak yerine, kapa balkon cenaplarını, şık bir aydınlatma yap, insanların oturdukça oturası gelsin… Koy dışarıya bir elemanı, masaları temizlesin, kül tablalarına da göz kulak olsun. Sen de kaliteli hizmet vermek için bu kadar imtina etme…

Açıkçası, masaya dokunmaktan iğrenerek, kahvemi nasıl bir dikişte bitirdim ve uçan tekme ile kendimi dışarıya nasıl attım anlatamam.

Yazık, çok yazıkBu gidişle çok müşteri kaybı olur

03 Ocak 2007

Yaşar

Yaşar'ı ilk albümü çıktığından beri severim, sayarım. Pek öyle fanatik ruhu kabarmış biri olmasam da etrafımdaki insanlara fenafillah getirtecek kadar çok da dinlerim. Gerçi burun buruna izlediğim bir sahne performansındaki rahatsız, sıkıntılı ve insanları eğlendirmeye çabalayan hallerinden ve hele hele rüküş gömleklerinden sonra çok hayal kırıklığına da uğramıştm ama çabuk atlattım.

Son albümünü dinledim. çok sevdim. Şu anda klipleri dönen "Hayırdır İnşallah"tan başka özellikle "Cumartesi" ve "Alıştım"a bayıldım .

Bir de şu klipleri adam olsa, tadından yenmez... İlla fıttık kadınlı, ağdalı aşklı, ağlak klipler mi olmak zorunda? Bırak, şarkın anlatsın derdini. Sen "Aldanırım"daki gibi çal gitarını... O tür şeyleri bırak sesi olmayanlar düşünsün.

"Yok böylesi daha iyi iş yapar" diyorsanız da ben bilemem. Ben masanın öbür tarafındayım.

Hülasa. alınız, dinleyiniz efendim.