Analytics

28 Şubat 2007

Hazzo Pulo

Havadan mıdır nedir, durup dururken orası geldi aklıma… Öyle güneşli hava meraklısı değilimdir. Hatta çoğu zaman yağmurlu ve kasvetli havaları daha çok severim.

Birisi söylemişti: “Yağmurlu havayı sevmem, seveni de sevmem!”. Allahtan adamı çok sevmiyordum da yırttım. Demek doğu söylemiş:-)

Bugün çağrışımlar günü galiba… Hava soğuk ve yağmurlu burada. “Beklenen yağmur” geyiklerinin döndüğü bugünlerde insanları tatmin etmeyen bir yağış var, sprey gibi, ıslatayım ıslatmayayım mı diye karar veremiyor. İnsanların yazın susuz kalacağız diye paniklediği haftalarda İSKİ Müdürü çıkıp bunun mümkün olmayacağını söyleyip böbürlene böbürlene tesisleri göstermişti. İnşallah çernobil durumlarına benzemez de susuz kalmayız buralarda…


Çenem düştü, tamam kesiyorum. Diyeceğim o ki, İstiklal Caddesi’nde Galatasaray Lisesi’ni geçtikten sonra hemen sağda bir geçit pasajı vardır. Madam Katya’nın şapka dükkânı, çantacılar, incik boncukçular ve tuhafiye ürünleri satan mini mini dükkanların olduğu pasaj hani… Arkadan da Tepebaşı Caddesi’ne çıkar. Hah tam orası işte! Adı yanılmıyorsam, “Hazzo Pulo Pasajı” idi sanırım. İstiklal Caddesi’nde arnavut taşlı kalabilen yegâne yer belki de… O güzelim taşlar caddeden söküldü ya, yanarım yanarım…

Ne diyordum? Efendim, hava güzelken, sabah erken gazetenizi, kitabını topluyorsunuz, pasajın ortasında sizi hazır ve nâzır bekleyen taburelerden birine oturuyorsunuz. Şöyle demli çayınızı yudumluyor; derin bir oh çekiyorsunuz. Kalkmaya yakın da üstüne kallavi bir Türk Kahvesi içiyorunuz. Fiyatlar da çay ocağı hesabı olduğu için çıkarken de cüzdanı masada bırakmıyorsunuz. İstiklal’in nadir tenha biri köşesini bulmanın verdiği huzurla da evinizea yollanıyorsunuz. Ben birkaç kez gittim ve çok iyi geldi.

Bu arada çok zaman da kaybetmeyin derim. Oradaki kıyıda köşede kalmış naif dükkânlar birbir kapanıp yerine bir yığın dükkan açılacak gibi görünüyor. Eminim ki orası da bir süre sonra bekâretini yitirecek. Ne de olsa keşfidildi.

Yol yakınken bir uğrayın derim.

Pasajda yer alan restoranların birinde pasaj ile ilgili bilgilere rast geldim. Belki ilginizi çeker.
Tıklayın

21 Şubat 2007

İkea

Geçen Pazar İkea’ya gittik. Çalışma odası tam bir harabe gibi, insanı oturup çalışası gelmiyor. Çalışma masası, kütüphane falan baktık.

Fiyatlar çok da uygun değil; ortalama açıkçası. Kaliteleri de sorgulanır, pek içime sinmedi. “Eh, idare eder” değdiğimiz bir ürünün ödeme koşullarını öğrenmek istedik. Az gittik, uz gittik sonunda soracak birini bulduk! Sadece Maksimum karta üç taksit yapılıyormuş, 1000 YTL’nin üzerindeki rakamlar içinse 5 taksit. Diğer banka kartlarına ise vade farkı alıyorlarmış.

Tamam da bu "exclusive", tek bir markaya özel ayrıcalık durumu da abartılmaya başlandı canım. Sektördeki tüm ürünler bilmem ne kadar vade farksız taksit olaylarında birbirleriyle yarışırken bu ne güven! Üstelik çok ucuz olur ya da kaçırılmayacak bir rakam sunarsın da anlarım. Hem ortalama bir fiyat ödeyeceğim, hem farklı bir kartım var diye cezalandırılacağım, hem ürüne arabaya sığmayacağı için nakliye ücreti ödeyeceğim, hem de saatlerce monte etmeye uğraşacağım.

Benim aklım almadı valla, alan varsa beri gelsin…

Helena Rubinstein

Helena Rubinstein’in bir rimelini aldım geçenlerde. Aslında Lancome alacaktım ama satıcı çocuk o kadar güzel beni yönlendirdi ki hiç tereddüt etmeden hemen vazgeçiverdim.

Amma velakin; hiç memnun kalmadım. Rimeli sürdüm mü, sürmedim mi belli bile olmuyor. Neredeyse ben rimel kullanmayı bilmiyorum derim. Aldığım yere tam güvenmesem, bu sahte derim.

Fırçası falan alengirli değil, rahat ama kirpiklerimde istenilen etkiyi vermiyor. Kirpikleri vurgulamak için birkaç kat sürmen gerekiyor, o zaman da kirpikler kaskatı kesiliyor.

Valla verdiğim paraya pişman oldum.

20 Şubat 2007

Sünger

Sünger gibi tüm enerjimi söküp alıyorlar... En keyifli, en eğlenceli işi bile, mık gık yapıp bok ediyorlar. Sorsan hepsi mutsuz, hepsinin gözü yükseklerde... Üniversite bitirince adam olduklarını sanıp yaptıkları işi beğenmiyorlar.

Yaptın mı yaptım, tek dert bu... Ama akşam olunca üzerinde giydiği t-shirt'in içinde ancak bir mikroskopla görünebilecek uyumsuz bir renge takılıp kahrolmayı biliyorlar. Aklılları fikirleri eğlence, parti, sevgili bulmak, en halleriyle ortalarda salınmak.

Türkiye ne durumda? Yaptığım işi daha iyi nasıl yapabilirim, umurlarında değil. Varsa yoksa geyik... Bol bol da mızmızlanma...

Her sabah saat 10.00'da kaçıp gidesim geliyor işyerinden... Emiyorlar tüm isteğimi, şevkimi...

Onlar kim mi, bakın şöyle bir sağınıza solunuza, en az on tane görürsünüz.

16 Şubat 2007

Fasulye

Canım ne gazeteye bakmak istiyor ne de televizyon izlemek... Her taraf cinayet, hırsızlık, işkence, tecavüz haberleriyle dolu.

Sokağa bile korkarak çıkar oldum. Paronayadan bir sağa, bir sola, bir öne, bir arkaya derken gezmeni tadını bile unuttum.

Hatırlıyorum da eskiden bir bardan çıkıp yalpalaya eve doğru sakin adımlarla dönebilirdik. Çocuklar sokakta gönüllerince oynayabilirdi. Herkes birbirini öcü görmüş gibi süzmezdi.

Filmlerde gördüğümüz vahşet ve kötülük sahneleri bize bu kadar yakın olmamıştı.

Biz daha şanslıydık, şimdiki çocuklara bakıp üzülüyorum, evden okula, bilgisayar başında pamukta büyüyen fasulye gibi büyüyüp gidiyorlar işte...

Hepimiz sinirlerimiz, duygularımız ve en önemlisi de vicdanımız alınmış yaratıklar gibi ortalarda salınıp duruyoruz.

Yazık…

07 Şubat 2007

Kirli Para

Kirli Para filmini DVD’den izledim. Al Pacino ismini hangi filmde görsem tüm müşkülpesentliğim gidiyor ve bodoslama izlemeye başlıyorum.

Her ne kadar film kötü de olsa adamın mimiklerini, gözlerini ve sesini izlemek yetiyor bana; filmin de tüm vasatlığını unutuyorum bir anda… Kirli Para da işte öyle bir filmdi. Klasik ve sonunu daha baştan belli eden, bol klişilerle donatılmış vasat altı bir film…

Pacino’nun oyunculuk hünerini bile göstermesi gerekmemiş; cepten harcamış. Ama yine de adamı seyretmek herşeyi unutturuyor vallahi, billahi…

02 Şubat 2007

gittigidiyor gidiyor!

gittigidiyor’u ilk çakışından bu yana sıkı bir şekilde takip ederim. Hâlâ da eskisi gibi bir bağlılık hissetmesem de birkaç günde bir girip bakarım.

Eskiden sitenin kendine has bir duruşu vardı. Hakikaten de ikinci el ürünler sahipleri tarafından satılıyordu. Acayip orijinal parçalar, işe yarar eşyalar uygun fiyatlarla alıcılarla buluşuyordu. O dönemlerde parasız da olsam birkaç parça şey almışlığım da vardır.

Şimdi bakıyorum da gittigidiyor’un diğer alışveriş sitelerinden hiç farkı yok. Profesyonel satıcılar, toptancılar, birmilyoncular siteyi işgal etmiş. Aynı satıcının ürünü yüzlerce kez listeleniyor. Orijinal mi olduğu belli olmayan yabancı ürünler ha babam alt alta duruyor. Arada tek tük insan, hakikaten de kendi ürününü satmaya çalışıyor. Hal böyle olunca da olayın hiç tadı kalmıyor. Tipik bir satış sitesine döndüğü için de insan paldır küldür siteyi terketmek zorunda kalıyor.

Tabi bu sonradan geliştirilmiş bir satış stratejisi olabilir, diyecek bir şey yok. Ama ürün ya da hizmet, marka vaadini ve ruhunu korumak zorunda. Öbür türlü hiçbir farklılığı kalmaz ve müşterisini kaybeder. Tıpkı benim gibi…

Terastaki havlu

Cahilâne (böyle bir kelime var mı acaba, yoksa da kullanacağım, hoşuma gitti) bir ukalalıkla "Şiir sevmem!" derim, üstüne de bol mimikli atar tutarım. Hele hele birinin şiiir okuduğu sıralarda o cenaplardaysam, ronta çıkmış okuma bayramı çocuğu gibi ezilir büzülür ve koşarak uzaklaşırım.

Yaşlanıyor muyum nedir, bir süredir kimi dizeler içimi sızlatmaya başladı. Hele hele şu şiir var ya adamı dinden imandan çıkarır. Bilmiyorum, ben çok seviyorum, okudukça okuyasım geliyor.

Paylaşmak istedim...

Terastaki havlu
Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda. Akşamüzerleri karşılaşıyorduk, ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma. Aynı terasta yan yana kuruyordu çamaşırlarımız, bu ürpertiyordu beni; acemi, tutuk bir kaç sözcük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk günbatımını, bu da ürpertiyordu beni. Işığın azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine.
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda.

Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu.
Pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda. İkimiz de yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında.
Oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler.
Birbirinden kamaşmaya başlamıştı tenlerimiz dokunmasan da yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü aramızdaki çekim.
Tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara.
O akşam terastaydık gene. Gün çoktan batmıştı. Çamaşırlar asılıydı uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları. Nedense her zamankinden başka bakıyordun bana.
Sonra usulca dedin ki:
'İlk kez bir erkeğin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde.'
Benim için yaz başlamıştı.
'Dokun öyleyse,' dedim.
Sustun. Uzun uzun baktık birbirimize. Kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde. Sonra hiçbirşey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını. Saatlerce orada, gecede ve o terasta kaldım.
Sabah uyandığımda odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin baktım. Yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgârda.
Bir daha hiç rastlamadım sana, hirbir yerde hiçbir yazda. Düşünüyorum aradan tam on üç yıl geçmiş. On üç yıl önce içinde uyanan isteğin anısı saklı duruyor mu sende?
Birden adını hatırlamadığımı farkettim bu şiiri yazarken, ama terasta çırpınan havlunun rengi hâlâ gözlerimin önünde.
On üç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde neden ansızın aklıma düştüğünü sordum kendi kendime. Sonra anladım: Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde.
08.05.1992

Murathan Mungan, Yaz Bitmeden