Analytics

31 Temmuz 2008

The House Café…

Bir The House Café fırtınasıdır gidiyor. Herkes için The House Café’ye gitmek sınıf atlamak gibi bir şey oldu sanki. Başta ufak çaplı bir gıcık kapmıştım ama sonra merakıma yenildim ve gittim. İlk gittiğim şubesi Ortaköy oldu. Hava güzel olduğu için bahçesinde oturduk, deniz kenarında, firah ve sakin bir yer…

Sabah saatleri olduğu için kahvaltı ettik. Önce yavaş yavaş simitler, ekmekler sonra da ‘öküz doyuran’ kahvaltı tabakları gelmeye başladı. Farklı peynir çeşitlerinden domatesine, ziyetine, balına kadar herşey vardı tabakta. Valla yaladık yuttuk.

Açıkçası tüm şubelerinde atmosfer ve dekorasyon aynı. Sadece bulunduğu semtin dokusuna göre farklılıklar kazanabiliyor. Belki de bu yüzden daha sonra gittiğim Tünel’deki The House Café’yi daha çok seviyorum. Diğer The House Café’lere göre oldukça küçük ama daha keyifli. Bulunduğu Danışman Geçidi’nin yarattığı o muhteşem auradan olsa gerek insan kendisini Paris’in bir butik kahvesinde gibi hissediyor. Tabii bir de benim gibi devasa mekânlardan çok küçük mekânları seviyorsanız tercihiniz bu şubesinden olsun derim. Bu arada tüm mekânlarda bulunan devasa masa ve etrafındaki sandalyeler (bir tanesi muhakkak farklı tasarıma sahnip oluyor) mekânın ruhunu veren unsurlardan biri.

Tabii kahvaltı menüsü sadece bununla da sınırlı değil. Benim tattığım menemen ve diğer dünya mutfaklarına ait lezzzetleri de mutlaka denemelisiniz. Bu arada farkettim ki bugüne kadar, kahvaltı dışında ara bir zamanda gitmemişim buraya. O yüzden diğer menüleri de tadıp sonra sizlerle paylaşırım.

Önemli not: Bence bu tür butik mekânlarda en büyük farklılığı servis elemanları yaratıyor. The House Café’nin tüm şubelerinde servis elamanlarının tavırlarını çok beğeniyorum. Özellikle de Tünel şubesindekileri. Size lütfediyormuş gibi davranmıyor, bir-iki kez gittiğinizde sizi hatırlıyorlar ve herşeyden önce işlerini severek yapıyorlar ve bunu da size hissettiriyorlar.
Deneyin derim.